Dersim’e ilgim ve Dersim üzerinde çalışmam, bugünlerde gündeme gelmesinden çok eskilere, 30 yılı aşkın bir geçmişe dayanıyor. Daha 1980 başlarında Demokrat gazetesinde yayımlanan “Halk Şiirinde Toplumsal Olaylar ve Başkaldırmalar” konulu bir yazı dizisinde yer verdiğim, Dersim Katliamı’na ilişkin Dımılki/Zazaki ağıttan dolayı cunta döneminde ceza almıştım. 1992 yılında, Vet. Dr. M. Nuri Dersimi’nin ikinci önemli eseri Hatırat’ı yayımlamış ve burada başkaca ağıtların yanısıra Dersim’e ilişkin 60 sayfa fotoğraf yayımlamıştım. Bugün piyasada dolaşan fotoğrafların birçoğunu daha o tarihte yayımlamış ve 40 sayfa not eklediğim bu kitaptan dolayı iki yıl hapis cezası almıştım.
Sonraki birçok eserimde de, Dersim’le ilgili açık ya da gizli çok sayıda belgeye yer vermiştim. 2010 yılında yayımlanan “Dersim-Koçgiri/ Te’dib, Tenkil, Taqtil, Tehcir, Temsil, Temdin, Tasfiye” konulu eserim ise yakın dönem katliam tarihinin yanısıra, etnolojisi, müziği ve edebiyatıyla tümüyle Dersim üzerinde yoğunlaşıyordu.
Burada vurguladığım esas neden; temelleri İttihad-Terakki döneminde atılan ve Kemalist yönetimler döneminde uygulamaya konan etno-dinsel arındırma, tek-tipleştirme, Türk-İslamlaştırma politikalarıdır. “7 Uğursuz T” olarak adlandırdığım yöntemleri izleyen bu politika;
1- Askeri yöntemlerle hizaya getirme,
2- Cezalandırma,
3- Asimile etme yani Türk- İslamlaştırma,
4- Katletme,
5- Asimile etme,
6- Türk- İslamlaştırma adına uygarlaştırma,
7- Tasfiye etme yani soykırım uygulamaktır.
Özcesi, Dersim’de yaşanan; daha 1930’lu yılların başlarında planlanan; İsmet Paşa’nın 1935 tarihli Kürt Raporu ve Celal Bayar’ın 1937 tarihli Şark Raporu ile esasları belirlenip uygulamaya konan ve 1937-38’de sonlandırılan bir soykırımdır…
Kızılbaş-Kürt kimliğiyle Dersim’in özgün konumu
Dersim, Kızılbaş-Kürt kimliğiyle hiçbir zaman Osmanlı ile barışık yaşayamadı. Bundan dolayı da geçmişte yarı-özerk bir konumdaydı. Hemen belirtmeliyim ki, Dersim geçmişte bugünkü sınırları aşkın, birçok ili içine alan bir eyalet durumundaydı.
Diğer Kürt mirliklerinde olduğu gibi, Dersim’i doğrudan Osmanlı yönetimine bağlama girişimleri daha 18. yüzyılın sonları ile 19. yüzyılın başlarına tarihleniyordu. Nitekim, Osmanlı Sadrazamı ve Seraskeri Gürcü kökenli Kör Yusuf Ziyaeddin Paşa komutasındaki Osmanlı ordusu bu dönemde Dersim’e karşı yürüttüğü harekatta, Erzincan bağlarına davet ettiği 100’ü aşkın aşiret reisinin kellesini bir gecede hileyle kesiyor ve bölgede köy yakmalar da dahil büyük bir katliam yapıyordu. (Bu konunun ayrıntılarını görmek isteyenler bizim Kürdoloji Belgeleri- II adlı kitabımıza bakabilirler).
Daha sonra da Dersim’e dönük birçok harekat yapıldığı gibi; 19. yüzyılın sonlarına doğru bugünkü baraj sisteminde olduğu gibi Dersim’de havuzlar yapılmak suretiyle demografik yapının değiştirilmesine yönelik tedbirler de gündeme getiriliyordu. Benzeri bir öneri, Cumhuriyet döneminde de Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak tarafından dillendirilecektir.
20. yüzyılın başlarında, Dersim’e karşı yürütülen üç askeri harekat ise 1937’de “Osmanlı Devrinde Dersim İsyanları” adıyla Askeri Mecmua eki olarak gündeme getirilir. Burada işlenen temel tez, Dersim’in uygarlaşmaya karşı gelmesidir. Oysa, biliyoruz ki “özgürlük-eşitlik-kardeşlik” sloganıyla gerçekleştirilen II. Meşrutiyet’ten sonra onbinlerce Dersimli bu meşruti yönetimi kutlamak ve desteklemek için Pertek-Harput arasında bir gövde gösterisi yapmıştır.
Kaderin cilvesine bakın ki, yöredeki askeri birlikler dışında, tam teçhizatlı 3 kolordu ve 2 süvari tümeniyle gerçekleştirilen Dersim-38 Katliamı’nın ardından, Türk Ordusu 40 bin askerle Elazığ’da adeta misilleme bir gövde gösterisi yapıyordu…
Dersim’de yaşanan ‘Soykırım’dı
Dersim-Koçgiri konulu eserimde ayrıntılarıyla anlattığım ve esere bir giriş yazısı yazan Prof. Dr. Baskın Oran’ın da açıkça vurguladığı gibi; sözkonusu dönemde Dersim’de herhangi bir isyan sözkonusu olmadığı gibi; 1935’te çıkarılan Tunceli Kanunu çerçevesinde tüm köy ve mezralara girilip nüfus sayımı yapıldığı gibi, etnoloji ve folklor araştırmacıları adı altında birçok ekip bu köy ve kasabalarda çalışmalar yapmış ve silahlara ilişkin istatistikler dışında bunların birçoğunu dönemin Elazığ Halkevi Dergisi “Altan”da yayımlamışlardı. Katliam sonunda elde edildiği söylenen silahların ise neredeyse tamamına yakını 1936 yılında toplanmıştı. Tıpkı 80 cuntası döneminde olduğu gibi, her ailenin bir silah teslim etmesi istenmiş ve silahı olmayan insanlar da silah temin edip askeri yetkililere teslim etmişlerdi. Böylece, katliam sonunda elde edildiği söylenen 8000 dolayında silahın yaklaşık 7000’lik bölümü, katliamdan yaklaşık iki yıl önce toplatılmıştı.
Türkiye Cumhuriyeti döneminde, esas itibarıyla üç isyandan sözedilebilir:
1- 1925 Kürt Ulusal Direnme Hareketi,
2- 1926-1930 arasında Ağrı/ Zilan Direnişi,
3- 1984’te PKK öncülüğünde gerçekleştirilen başkaldırı.
Zaten Genelkurmay Başkanlığı Harp Tarihi Dairesince 1972’de yayımlanıp, kendilerince toplatılan “Türkiye Cumhuriyetinde Ayaklanmalar” kitabında da; diğerlerinin tümü “te’dib, tenkil ve askeri harekat” olarak nitelendirilmektedir. Demirel gibilerinin gündeme getirdiği “29 İsyan” sözü bir aldatmacadan başka bir şey değildir. Demirel zihniyetinin buradaki amacı, “şimdiye kadar Kürtler 28 defa isyan ettiler tümünü bastırdık, bu 29. isyanı da bastıracağız” imajını yaratmaktır.
Birincide katledilen Kürtlerin sayısı Xoybun verilerine göre 15 bin, ikincide Türk gazetelerine göre 30 bin dolayındadır. 1984’ten beri devam eden başkaldırı ve direnişte hayatını kaybedenlerin kesin sayısı bilinmemektedir. Sadece 17 bin 500 faili meçhul cinayetten söz edildiğine göre, bu sayıyı 10 binlerle ifade etmek gerekmektedir.
Dersim’de katledilenlerin sayısı
Dersim Katliamı’nda gözden kaçan bir husus var. Bu katliam 1937’de, Atatürk’ün manevi kızı Ermeni kökenli Türk savaş pilotu Sabiha Gökçen dahil, uçak saldırıları ve mahalli kuvvetlerle başlatılmış ve Seyid Rıza ile Alişer gibi toplum önderlerinin katlinden sonra, kış şartlarında 38 yılına ertelenmiştir. Bu yıl içinde katledilenlerin sayısı kesin olarak bilinmemektedir. Nuri Dersimi, daha 1937 Temmuz’unda Seyid Rıza adına merkezi Cenevre’de bulunan Milletler Cemiyeti Genel Sekreterliği ile ABD, İngiltere ve Fransa gibi büyük devletlerin Dışişleri Bakanlıklarına gönderdiği 30.7.1937 tarihli mektupta; “Türk hükümetinin çok sayıda kadın ve çocuğu öldürdüğünü” bildiriyor.
38 Katliamı’na ilişkin olarak elde edilen bir belgede ölenlerin sayısı 13.160; Başbakan’ın basına açıkladığı bir belgeye göre ise 13.800 dolayındadır. Bu rakamları verenlerin gözünden kaçan ikinci önemli husus ise şudur: Belgede; 21 / 2. Teşrin/ 938 ñ 24 / 1. Kanun/ 938 yani 21 Kasım 1938-24 Aralık 1938 tarihleri verilmektedir. Bu belgede; 11.818 kişinin de Batı illerine tehcir edildiği belirtilmektedir.
Oysa, bu tarihler askeri harekatın ve katliamın sadece bir bölümünü yansıtmaktadır. Bu nedenle, Başbakan Erdoğan’ın şair Necip Fazıl Kısakürek’ten aldığı 50.000 rakamının gerçekliğini bilmemekle birlikte; katledilen insan sayısının 10 binlerle ifade edilmesi ve bu rakama yakın olması gerektiği açıktır…
‘Kayıp Kızlar’ın trajik öyküsü
Dersim katliam resimlerine baktığınızda; araziden toplanmış ya da mağaralardan çıkarılmış çıplak ayaklı, perişan vaziyette kızlar ve kadınlar görürsünüz. Bunların dramı ise başlıbaşına bir inceleme konusudur ve bugüne kadar yalnızca bir belgesel filme konu olabildi: İki Tutam Saç/ Dersim’in Kayıp Kızları.
Dersim’in dramı ekseninde düşünceyi yeterince temellendirememişse de, yine de ilk örnek olması açısından önemli bir katkıdır bu belgesel. Burada da kısmen vurgulandığı gibi, Harçik ve Peri gibi sulara atlayarak veya atılarak hayatını kaybedenlerin yanısıra, çok sayıda kadın ve kız öldürülmüş, bir bölümü ise subay ve diğer görevlilere evlatlık veya hizmetçi olarak verilmiştir. Bunların yaşamında büyük trajik öyküler gizlidir ve halen aydınlatılmayı ve yazılmayı bekliyor. 1980 cuntasının Lideri Kenan Evren’in eşi Sekine Hanım’ın da bunlardan olduğu söyleniyor, ancak o da tam olarak aydınlatılabilmiş değil. Zorla ailelerinden koparılarak götürülen Dersimli kızların bir bölümünün hikayesi de ilk kez öğretmen Sıdıka Avar’ın anılarıyla bilince çıktı.
Dersim Katliamı’nı ilk anlatanlar
Dersim Katliamı’yla ilgili belgelerin bir bölümünü ilkin Dersim’i vuranlar veya muhbir-gazeteciler yayımladılar. Sözgelimi, Dersim’i vuran subaylardan Jnd. Alb. Nazmi Sevgen, ilk kez 1950 yılında Tarih Dünyası adlı dergide bunların bazılarını yayımladı. Yine Dersim’de muhbir-gazetecilik yapan Niyazi Ahmet Banoğlu, 1951-52 yıllarında dönemin magazin dergisi İnci ve Yeni İnci dergilerinde kimi resimler yayımladı. Kimi resimler ise bu dönemde Harp Tarihi dergisinde yayımlanmıştı.
Biz, tüm bu dergilerin yanısıra 1982’de yayımlanan Sabiha Gökçen’in “Atatürk’ün İzinde Bir Ömür Böyle Geçti” adlı anı kitabı ile son yıllarda yayımlanan kimi albümlerden yararlanarak; ilkin 1992’de yayına hazırladığımız Nuri Dersimi’nin anılarında, daha sonra da diğer kimi eserlerimizde bunlara yer verdik. Salt Dersim-Koçgiri kitabımda 105 görsel ürüne yer verildi ki, bunların bir bölümü son yıllarda birçok özgün fotoğrafa ulaşan Hasan Saltuk’tan sağlandı. Biz bu konuda 90’lı yıllarda yayın yaptığmızda, Hasan Saltuk’un elinde henüz kaynak yoktu ve gösterdiğimiz künyelerden yola çıkarak yakın dönemde bu kaynaklara ulaşabildi. Kendi deyişiyle, kimi kişi ve çevreler bu kaynakları “kusmaya” başladılar… Başbakan’ın açıkladığı belgeler de, Başbakanlık’a bağlı Cumhuriyet Arşivi’ndeki sınırlı belgeler. Kendi payıma, en önemli arşivin Genelkurmay’ın elinde olduğunu düşünüyorum. Çünkü o tarihlerde hemen her türlü malzeme Genelkurmay’da toplanıyordu. Sözgelimi, katliama katılan ve Alişer’in Zarife ile silahlı resmini ve kesik-baş resmini ilk yayımlayan Jnd. Alb. Nazmi Sevgen, Dersim-Koçgiri’nin bu efsanevi şairinin bir sandık dolusu kitabına ve defterine elkonularak Genelkurmay’a gönderildiğini söylüyor (Bkz. Tarih Dünyası, Sayı:9/ 1950).
O halde, Başbakan Erdoğan, Dersim Katliamı’nın aydınlatılması konusunda gerçekten samimiyse, Genelkurmay Başkanlığı Arşivi başta olmak üzere, öncelikle tüm arşivleri araştırmacılara açmalıdır…
Katliamı kim yaptı?..
Şunu hemen belirteyim ki; Atatürk’ün Dersim Katliamı’ndan haberdar olmadığı “traji-komik” bir yalandır. 1935’te çıkarılan, katliamın habercisi niteliğindeki Tunceli Kanunu’ndan başlayarak, hemen her tür resmi tasarrufta Atatürk, ya imzasıyla ya da açıklamalarıyla işin başındadır. 37 Katliamı’na manevi kızı Sabiha Gökçen’i silah vererek yolculayan bizzat kendisi olduğu gibi; katliamın bu birinci aşaması tamamlandıktan sonra yanına kurmay grubunu alarak Dersim’de -Singeç Köprüsü’nü açış gerekçesiyle- bir inceleme gezisine çıkan da bizzat Atatürk’tür. Bugün sessiz filmi de elde bulunan bu seyahatte, yolculayanlar arasında İnönü ile Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak olduğu gibi; refakat edenler arasında da Başbakan Celal Bayar, Sabiha Gökçen, Bölge Valileri, İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, Bayındırlık Bakanı Ali Çetinkaya, Tunceli Vali ve Komutanı General Abdullah Alpdoğan, Umumi Müfettiş Abidin Özmen ve Seyid Rıza ile arkadaşlarını astıran İhsan Sabri Çağlayangil vardır…
İsmet İnönü, Meclis gizli celse görüşmelerinde “Dersim’de imha planı uyguladıklarını” söylediği gibi; Atatürk de, ölümünden 9 gün önce dönemin Başbakanı Celal Bayar aracılığıyla Meclis’te okunan konuşmasında, “Dersim meselesinin artık tarihe aktarıldığını” söyler…
Hele katliamın en kanlı safhasının tamamlandığı Ağustos 1938’de Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak ile Cumhurbaşkanı Kemal Atatürk arasında teati edilen kutlama mesajları, Dersim’in gerçek anlamda bir düşman olarak görüldüğünü ve katliam başarısının 16 yıl önce gerçekleşterilen Büyük Zafer’le özdeş olduğunu bir “ibret belgesi” olarak ortaya koymaktadır.
İşte, Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak’ın, Dolmabahçe Sarayı’nda yatmakta olan Cumhurbaşkanı Kemal Atatürk’e gönderdiği mesaj:
“Cumhurreisi Kemal Atatürk;
24/8/938’de başlayan ve Başbakan Celal Bayar’ın iştirak buyurdukları Ordu manevrası çok yararlı ve değerli safhalarla üç gün devam ettirilmiş ve 26/8/938 günü onaltı yıl evvel yaşattığınız 26/8/922 Büyük Zafer arifesini emirleri altında idrak edenlerle birlikte ve yüksek ihtisaslarla hatırlayarak saat 18’de bitirildi. Bu mesut günün yıldönümü ve yapılan manevra münasebetiyle Cumhuriyet ordusu mensupları, başta ben olmak üzere yüksek Başbuğlarına kalplerinden coşan sonsuz heyecan ve saygılarla dolu sarsılmaz bağlılıklarını arzetmekle sonsuz şeref duyar.”
İşte, şu da Cumhurbaşkanı Atatürk’ün, Genelkurmay Başkanı’na gönderdiği cevabi mesaj:
“Mareşal Fevzi Çakmak/ Genelkurmay Başkanı;
Ordumuzun yüksek ve her vakit olduğu gibi milletin emniyetine cidden layık kıymet ve kudretle dolu manevrasının çok yararlı safhalar göstererek bittiğini bildiren telgrafınızı aldım. Türk Ordusunun yarattığı zaferin bu yıldönümü günlerinde kalbim Orduya karşı takdir ve şükran hisleriyle doludur. Sizin ve tercümanı olduğunuz aziz silah arkadaşlarımın hakkımda gösterdikleri samimi ve asil duygular, o günlerdeki hatıralarımı canlandırdı, heyecanlarımı arttırdı. Başta siz olduğunuz halde, cümlenize candan sevgi ve saygılarımı sunar, şimdiye kadar olduğu gibi bundan sonra da daima artan kutlu başarılar dilerim.” (Bkz. Altan Dergisi, Haziran/Temmuz/ Ağustos/ Eylül-1938, s. 24)
Evet, görüldüğü gibi her şey açık-seçik ortada. Bence, burada teşekkür edilecek kişi, bu katliamcı zihniyeti dışa vuran Onur Öymen’dir. Öymen, Meclis’teki konuşmasıyla bu katliamı bilince çıkardığı gibi, kendisini sıkıştıranlara karşı bir gerçeğin de altını çiziyordu. Zira, kendisine karşı çıkmak Atatürk’ün politikasına karşı çıkmaktı!.. Salt bu telgraf bile bu “acı gerçek”in ta kendisinin ifadesi değil mi?..