Aysel DOĞAN
Bir insanın, bir toplumun ve bir halkın başına gelebilecek en büyük dayanılmaz kötülük, sistemleşmiş zalimlikle karşı karşıya kalmasıdır. Çünkü sistemleşmiş zalimlik ve zulüm, zalimlerin görünmezliğinde zulmün her türlü sıfatla, renkle, yöntemle, araçla kendini yeniden üretmesi yüzsüzlüğüdür. Bu berbat kötülük devletleşince de zalimin de zulmün de meşrulaşması ve yasallaşmasıdır. Ve değişmez kaderinde yeryüzündeki yalancı tanrıların ilanıdır ve artık o zorun kutsandığı şekilsiz, biçimsiz, tanımsız ve sınırsız zorbalık doyumsuzluğuyla insanın da, insanlığın yarattığı tüm değerlerin de düşmanıdır.
Son yüzyıldır bu coğrafyada yaşayan halkların kimliklerini, dillerini, inançlarını inkar etmenin beyhudeliğini ecdadının Osmanlı’sından, Türk İslam sentezini, ırkçılığını, tekçiliğini teorik olarak çıkarmak kolay oldu da sıra bu coğrafyanın kadim halklarının kimliklerine, dillerine, inançlarına uygulamaya gelince imkansızlığını görmeyecek körlükte ısrar etmeyi marifet saymak deliliğin çılgınlığıdır. Öyle kendini biricik yaratılan, seçilen ve dünyayı da ecdadının at koşturduğu meydan ve yollardan ibadet görmekten de olmuyor. Ecdadını okurken bile hile yapıp şan şöhretini marifet saymak günahlarına da günah ekleyerek gizlemek kolay olmuyor. Ve yalanlar da artık inkarı da, imhayı da, soykırımı da örtmüyor. Habil ile Kabil’in kardeşliği ve Kerbela’da Ehlibeyt’in katliamına sığınıp bu coğrafyanın kadim inancı Aleviliğe yönelik inkar, imha, asimilasyon denilen insanlık suçlarına kader kılıfı takıp sürdürmek de olmuyor. Ve bundandır ki zamanların, mekanların tarihi duvarlarına çarpa çarpa ufalıyor, ufalıyor zalim de, zulüm de… Ve tarihin tekerrürü yutturmacısıyla, zalimliğin zulmün bayrağını kapan hükümet çılgınlığın zirvesinde bile vurmuştur.
İnkar, imha, soykırımlarına hangi adı, hangi kılıfı takarsa taksın bu devlet, artık minareye de çuvala da sığmıyor hileleri. Bu çılgınlık hallerine gülenler alkış tutanlar sanıyorlar ki perde indiğinde girdikleri kapıdan, geldikleri yollardan bilinmezliğe görünmezliğe dalıp, izlerini kaybettirecekler. Tarih hiç öyle demiyor ama… İnkar, imha her türlü her biçimde sürek avında. Zincirinden boşanmış soykırımcılar bir halkın tüm değerlerine, inancına yaşamının her alanına ve yediden yetmişe her insanına birebir dokunduğunda topyekun bir başkaldırıya dönüşür. Kürtler, Aleviler ve inkarın kıskancındaki kimlik ve inançlar o günleri, o anları yaşıyor. İşte burası direnerek yaşamanın da dayanılmaz sınırıdır.
Bir yüzyıla sığmayacak katliam ve soykırımların gerekçesini, isyanları bastırmanın ceberut devleti hakkıyla çarpıp unutturma çirkefliğini diyelim yüreğimize gömdük. Peki, son 30 yıldır yaşatılan zalimliğin berbat faşizanlığına hangi yardakçıların, kesip biçenlerin, hesaplarını kitaplarını çalıp çırptıklarıyla yama yapan terzilerin kılıf biçebilir mi ki? Şimdi ceberut devlet Araf’ta, suçüstü yakalandı, tüm günahları yüzüne, her an, her gün binlerce mazlum insan okuyor. Tövbe etmek zamanını uzatmanın lüksü de yok.
Bu hengamede Alevi açılımı da unutturulmaya çalışılıyor. Ebu Süfyan’ın torunları kendince, uzun zamandır umutlarını kestiğinden olsa gerek, Alevilerin sessizliklerini hayra yormayıp açılım diyerek çat kapı sessizliği bozmak istediler. Oysa Yavuz’u, Dersim’i bir yana bırakalım da Maraş, Sivas Alevi katliamlarını yaptıranlar yapanlar, yüzyıldır asimilasyon politikalarıyla insanlık suçu işleyenlerin yüzsüzlüğünün pişkinliğinde Alevilik nedir diye rezilliğe rezilliği aklayarak yeniden tanımlama, yeniden hizaya getirme niyetlerini gizleyemediler. Tanım kargaşasında ne istiyorsunuz diyerek acımasızlığın gölgesinde inkarın katliamın ve asimilasyonun açtığı yaralara tuz basıp kapattılar.
Geriye Aleviliğin İslam içi-dışı olup olmadığını ve Diyanet’e havale edip cemevlerinin ibadethane olamayacağının hilelerinin uyarısını yapıp mühürlediler. Geride Alevi inancının imarı, okullarda zorunlu Sünni-İslam din derslerini korkunun tuzaklarında, kapıların kör karanlıkta işaretlenmesini, Maraş, Sivas Alevi katliamlarının acılarında yuvalanıp ağlarını örmeye devam ediyorken, meclisin başkanı da, ilgili ilgisiz bakanları da Alevilik din değil, İslam’ın adsız bir versiyonu deyip camiler gösterdi. Cemevlerine cümbüş evi diyen zihniyet Dersim’de olduğu gibi cemevini özel timlerinin, özel yetiştirilmiş valilerinin, istihbaratının aşure yiyip fişleme yaptığı mekanlara dönüştürmeye çalışıyor. Oysa cemevleri tüm Alevilerin cemaat olarak pirleriyle mürşitleriyle buluştuğu semah durduğu arınma mekanıdır.
Sürek avıyla alıkonulan 10 bini aşkın insan cezaevlerinde, savaş hukukuyla devletin-hükümetin yargısı gözlerini kapatıp görevini yapsa da hükümsüzlüğünün çıplaklığıyla karşı karşıya kaldı. Kininin, intikamının öfkesiyle keskin sirke gibi kendini tüketti. Yargılayanların yalancıktan da olsa yargılandığını yaşadığımız bugünlerde aslında kendilerine hüküm biçiyorlar. Cezaevlerinde binlerce olduk, halk olarak buradayız, hak ve özgürlükler mücadelesi mekan ve zamanların duvarlarını yıkar ve zindanlarda son 30 yılın tarihimize bıraktığı zindan direnişinin ve özgür yaşamın büyük mirası da var. Kimlik, dil ve inancımızın üzerindeki zulme karşı mücadele ettiğimiz için alıkonulduk, cezaevlerindeyiz. Bu bedeli yaşarken fiziki olarak sınırlandırılmış olsak da düşünsel, ruhsal özgürlük hak arayışımızı hiç kimse sınırlayamadı. Sınırlayamaz da. Nerede olduğumuz değil, neyi, nasıl yaşadığımızla kendimizi tanımlarız.
Malatya cezaevine getirilişimizden kısa bir süre sonra muharrem ayıydı. Alevi sahte açılımıyla yaramıza tuz basan Türk-Sünni İslam iktidar, Alevilik inancının içeriğini boşaltma inkarına kılıflar uydursa da bu kadim inanç, İslamiyet’in masumiyeti ve vicdanı olduğu kadar, Hüseyin’in direnişiyle de zalime-zulme başkaldırının da damarıdır, ne yaparsa yapsın, bu gerçekliği değiştiremez. Mezopotamya halklarının yüreğinden silemez. Her alanda olduğu gibi cezaevlerinde de kimlikleri, inançları için bedel ödeyenler inkar edilmektedir. Hocası, imamı hatta Avrupa’nın baskısıyla Hıristiyan din insanları belirli günlerde, aylarda ziyaret yaptıkları halde, Alevi Pir’ine, mürşidine yasaktır. Pirlerimiz de mürşitlerimiz de cezaevine sadece elleri kelepçeli girebilmişlerdir.
Malatya cezaevinde muharrem ayının biz Dersim Kürt Kızılbaş Aleviliği için anlamını, değerini ve 12 gün oruçluyken et, yumurta ve tohum türü yiyecekleri yemediğimizi cezaevi müdürlüğüne bildirdik. Sanki uzaydan gelmiştik, Alevilik bu mudur diye sorular yöneltildi oysa Malatya Kürt-alevi nüfusun yoğun olduğu bir kent, yanı başında Sivas, yanı başında Maraş ve yaşanan Alevi katliamı var. Bilinmeyen bu inanca düşmanlık, anlaşılan devletin inkarı ve asimilasyon gerekçeleriydi. Biz ayrıca inancımız gereği muharrem ayında pirimizle görüşmek istediğimizi de bildirmiştik. Bizimle ilgili her türlü etki ve yetkiye sahip olan cezaevi idaresi bu talebin kendilerini aştığını belirtti. Bakanlığa kadar yazışmalar sürdürüldü. Ve nihayet bir yıl sonra muharrem ayında, sürgün edildiğimiz Elbistan cezaevinde, Elbistan cemevinin desteği ve çabasıyla pirimizle, pirlerimizle buluşabildik. Demir kapılar, demir parmaklıklar, camların arkasında da olsa buluşmanın sevinci bizler için ibadetti. İnkarcı, ceberut devlete teşekkür etmeyeceğiz.
Bir halkın kimliğini, dilini, kültürünü ve inancını inkar, insanlık suçuyken, çalınan ve el konulan tüm değerlerimiz için bu kadar acı ve ağır bedeller sonucu, parça parça zulümden, zalimden kurtardığımız haklarımız lütuf değil tam aksine suçüstü yakalanmış, kaçacak yer, saklanacak karanlık bulamayan ceberut devletin ve başının günahkarlığının hanesine yazılacaktır. Bu bir ilkti, ilkleri çoğaltmak, zalimden, zulümden bir halka koparmak, demokratik hak ve özgürlüklere eklemek boynumuzun borcudur. Yakında Xızır oruçlarımız geliyor. Pirlerimizle, mürşitlerimizle buluşmanın güzelliğini, huzurunu yaşamanın zamanıdır da…
ÖZGÜR GÜNDEM