Devrimci Hareketlerin 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi Öncesi ve Sonrası Tutumu Üzerine

“bir kere yanlış trene bindiyseniz,
koridordan ters tarafa yürümenizin hiçbir
faydası yoktur. Ancak trenden
inerek yanlıştan dönebilirsiniz.” (Friedrich Nietzsche)

12 Eylül Askeri Darbesi ve nedenleri üzerine 34 yıldır yazılıyor. Ama bu sürecin  başlıca aktörlerinden olan devrimci-sosyalist solun gerek askeri darbe öncesi süreçteki, gerek askeri darbe karşısında, gerekse de askeri darbe sonrası süreçteki tutumu üzerine esaslı bir muhasebe yapılmadı.

Bilindiği gibi 12 Mart 1971 yılında generallerin muhtırasıyla iktidar görevden alınmış ve  başta silahlı mücadeleyi  savunan örgütler olmak üzere tüm sol yapılanma tasfiye edilmiştir.  Bu dönemde henüz daha yeni tarih sahnesinde yerini almış olan THKO, THKP/C ve TKP/ML fiziki olarak etkisiz duruma getirilmişti. Bu üç hareketin lider kadrolarının nerdeyse tamamı devlet tarafından katledilmiş, sağ kalan az sayıdaki lider kadro ise hapsedilmişti. 12 Mart 1971 yılında yapılan askeri darbe sonrası tutuklanan devrimci kadroların önemli bir kısmı, 1974 yılında bir af yasası sonucunda serbest bırakıldı. 1974 affıyla serbest bırakılan bu kadrolar, 12 Mart 1971 öncesi bağlı oldukları akımları yeniden yapılandırmak için harekete geçtiler.

Özelikle 1976 yılı sonrası yükselmeye başlayan toplumsal muhalefeti de arkasına alan bu devrimci kadrolar, 12 Mart 1971 Askeri Darbesi ile fiziki olarak etkisiz kılınan örgütlerini, çok kısa bir zamanda yeniden ve daha güçlü olarak kurmayı başardılar. Öyle ki, 12 Mart 1971 Askeri Darbesi’nin arifesinde ortaya çıkan ve kadro ve taraftarları bakımından sayıları birkaç yüzle ifade edilebilen THKO, THKP/C ve TKP/ML akımlarının mirasçısı olan yapılanmalar, 1977 yılında sayıları binlerle, on binlerle ifade edilen kadro ve taraftarlarıyla yeniden tarih sahnesindeki yerini almıştı.

Bu kadar kısa bir sürede bu düzeyde bir büyüme ne devrimci akımların, ne de devletin öngörebileceği bir durumdu. Bu beklenmedik büyüme egemen güçleri paniğe düşürürken, sosyalist solu ise, kazanılmamış bir zaferin sarhoşu yapmıştı. Başlangıçta gençlik içinde yükselen hareket, kısa sürede toplumun tüm ezilen kesimlerini etkiler hale gelmişti. En küçüğünden en büyüğüne devrimci hareketler hemen her ezilen toplumsal kesim içinde kendine taraftar bulabiliyordu.  Böylesi bir ortamda devrimci hareketler  ne 12 Mart 1971 öncesi sürecin bir muhasebesini yapmış, ne 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi öncesi gelişen olayların nedenlerini analiz edebilmiş, ne de bu sürece bağlı olarak gelişen ya da gelişebilecek karşı saldırıların ne anlama geldiğini anlayabilmişti. Ve 12 Eylül 1980 yenilgisinin ilk adımı da bu yolla atılmış olmuştu.

74 affı ile hapishanelerde çıkan kadrolar önce bu ana akımlar etrafında bir araya geldiler, sonra da hızla birbirinden ayrışarak onlarca örgüte bölündüler. Bu gruplar arasında anlaşılması ve izah edilmesi güç bir düşmanlık ortaya çıktı. Öyle ki, aynı geleneğin mirasçısı olduğunu iddia eden ve aynı geleneğin temel tezlerini savunan gruplar arasında bile izah edilemeyen bir “düşmanlık” vardı.

Bu gruplar, birbirleriyle olan ayrılıklarını ne ideolojik olarak, ne de politik olarak izah edebiliyorlardı. Ama her grup bir diğer grubu, “mirasa ihanet”le ya da “revizyonist, oportünist, pasifist” olmakla suçluyordu.

12 Mart öncesi tarih sahnesine çıkmış bu üç akımı eleştirmek adeta ihanetle eşanlamlıydı. Dolayısıyla da ayrılıklar, 12 Mart öncesi ortaya çıkmış olan bu üç yapılanmanın eleştirisi üzerinden değil, bu üç akımın çizgisine ve pratiğine koşulsuz bağlılık yarışı üzerinden oluyordu. Yani bir grup, var olan yapılanmadan koparken, mevcut yapılanmayı mirasa uygun davranmamakla suçlayıp ayrılıyordu.

Sosyalist solun önemli bir kısmını biri birine düşman kamplara bölen nedenler ne ideolojikti ne de politik. Ama buna rağmen her ayrılık kendisine bir taban bulabiliyordu. Bunun en büyük nedeni ise, sosyalist solun kendisini politik olarak kazanılmış değil, sosyal bağlar yoluyla etkilenebilen bir kitleye dayanma özelliğine sahip oluşuydu.  Tabii buna birde dünya sosyalist sistemi içindeki ayrılıkları da eklemek lazım. Bir yanda sovyetçiler, bir yanda Çin-Arnavutluk çizgisi, bir yanda da bu iki ana akımı da revisyonistlik, pasiflikle suçlayan ve esas olarak Latin Amerika hareketlerinden ve özellikle de Che Guavera çizgisinden etkilenen bir ayrışma yaşanmaktaydı. Bunlar birbirlerini, Maocu Bozkurt, Sosyal Faşist ve Goşist olarak adlandırıyorlardı. Halbuki Goşist kelimesi tek başına sadece solcu anlamına geliyor.

12 Eylül öncesi kitleselleşen sol,  ne  yazık ki, siyasallaşamamıştır. Bu kof büyüme, devrimci solun 12 Eylül’ün hemen ertesinde çöküşününün en büyük nedenlerinden biridir.
Bir yandan 12 Mart sonrası  askeri kışlalara çevrilen üniversitelerden yükselen ve “özgür üniversite, özgür eğitim” talep eden öğrenci hareketi, bir diğer yandan ise, yeniden muazzam bir yükselişe geçmiş olan sosyalist söylemli Kürt ulusal uyanışı tarih sahnesinde yeniden yer almaya başlamıştı. Sözün özü; toplumun neredeyse bütün taşları yerinden oynamış durumdaydı.
Türkiye devrimci-demokratik hareketi ise bütün bu kitlesel uyanışa öncülük edebilecek bir örgütlülük yaratamamış, bu konuda bir  vizyonu ve yeterliliği yoktu.

1970-80 arası süreçte, Devrimci-Sosyalist hareketin bir kesimi, halkın akın akın kırdan şehirlere aktığı bir dönemde,  bu göçün tam aksi istikamette, savaşmak için kırlara çekilmeye hazırlanıyordu;  bir diğer kesim ise, şehirleri esas almakla birlikte, kitlelerle birlikte değil, kitlelerden kopuk ve ayrı durup, ayrı vurmayı tercih etmekteydi.

Kitlelerle kurulan bağ ise, kitlelerin dar ihtiyaçları üzerinden kurulmaktaydı. Örneğin; “hazine arazisi” diye adlandırılan araziler kırsaldan şehirlere göç etmiş yeni proleter ordunun neferlerine dağıtılıyordu, yeni oluşan gecekondu mahallerinin güvenliği sağlanıyordu, buralara yol yapılıyordu, yiyecek taşınıyordu vs. vs…

Daha sonra ise, oluşan yeni mahalleler örgütler tarafından bölgelere ayrılıp, taksim ediliyordu. Her örgüt kendi bölgesinin devleti gibi hareket ediyordu; istediğini bölgesine sokuyor, istemediğini sokmuyordu, mahkemeler kurup insanları yargılıyor, kurallar ya da yasalar koyarak tebaanın bunlara uymasını istiyordu. Bu kadar kitleselleşmiş görülen,  öncülük adı altında aslında kitlelerin ardından nal toplayan Solumuz aslına bakarsak egemenler  için büyük bir tehlike oluşturmuyordu. Ancak Türkiye’yi bölgede stratejik bir ileri karakol olarak gören uluslararası sermaye yine de işini sağlama almak istiyordu.

Bir yandan Sol örgütlerin içine sızmaya çalışıyor, bu sızmalar vasıtasıyla örgütler atomik bir biçimde bölünüyor, bir yandan da  NATO merkezli Gladio’nun Türkiye kolu olan Kontrgerilla ve sivil Faşist güçler devreye sokuluyordu. Kontrgerilla güdümlü silahlı faşist ve paramiliter komandolar üzerinden devrimci harekete, işçi sınıfına, öğrenci gençliğe, çeşitli meslek örgütlerine, Alevi toplumuna ve düzenle barışık olmayan kimi tanınmış şahsiyetlere karşı sistemli saldırılar örgütlendi.
Bu saldırılarla hem devrimci hareketin enerjisi tüketildi, hem de devrimciler bu saldırılarla yerel mevzilere hapsedilerek bir savunma hattına hapsedildi.  Bir taraftan  bu yolla sol hareketin işçi sınıfı ve diğer ezilenlerle bütünleşmesi engellendi, bir yandan da devrimci hareket  bu terör ortamının bir parçası haline getirilerek, sınıftan ve kitlelerden izole edildi.

Devlet eliyle örgütlenen terör o derece başarılı oldu ki, örgütlü terörün sonucunda iyiden iyiye demoralize olan mücadele içindeki kitlelerin önemli bir kısmı, bir askeri darbenin gerekliliğine bile ikna oldular; yalnızca ikna olmakla da kalmadılar, 12 Eylül Askeri Darbesi yapıldığında bu kitlelerin bir kısmı darbeye aktif destek verirken, önemli bir kısmı da pasif destek verdi.
Böylece 12 Eylül Askeri Darbesi’ne karşı direnişin öznesi olabilecek iki temel güçten biri olan işçi sınıfı, daha darbe yapılmadan büyük ölçüde saf dışı bırakılmıştı.

Bir diğer temel özne olabilecek Kürt halkı ise, bu sürecin kendisi için ne anlama geldiğini kavramaktan ve direnişi örgütleyebilecek bir örgütten yoksundu.

12 Eylül 1980 Darbesi’ni örgütleyenler o derece başarılı olmuşlardı ki, darbe günü geldiğinde darbeye karşı direnebilecek olan kesimlerin direnebilecek takati ve enerjisi kalmamıştı, bundan dolayıdır ki bir toplum bu kadar kolay teslim alınabildi. Öyle ki, cezaevlerinde işkence altında inleyen devrimcilerin aileleri bile, cezaevlerindeki zulme rağmen, “buna da şükür, hiç değilse çocuklarımız yaşıyor” diyebilmekte ve bu yolla 12 Eylül paşalarına üstü örtülü minnet duyabilmekteydiler.

Sol, MHP’nin misyonunu kavramaktan uzaktı. MHP, klasik bir faşist hareketin karakteristik özelliklerini taşıyor olmakla birlikte, ne 1980 öncesi, ne de 1980 sonrası süreçte iktidarı isteyen bir hareket olmamıştır. Örneğin 20. Yüzyılın ilk yarısında tarih sahnesine çıkmış olan Batı Avrupa’daki faşist hareketlere baktığımızda, bu hareketlerin tek hedeflerinin iktidara yürümek olduğunu görürüz. Ama MHP, bütün tarihi boyunca merkezi devletin disiplini içerisinde hareket etmiş ve bir an olsun bağımsız davranmamış, her daim devletin hizmetinde olmuş, devlet ne görev vermişse onu yapmıştır.

MHP’nin 1980 öncesi misyonu ise, gelişen kitle mücadelesine saldırmak ve yükselen toplumsal hareketi ezmek, en azından terörize etmek ve bir kaos ortamı yaratarak askeri darbenin koşullarını hazırlamaktı. MHP, kendisinden istenileni layıkıyla yerine getirmiştir.
MHP gibi oldukça kitlesel olan faşist bir hareketi de yedeğine alan Kontrgerilla, dört yıl gibi oldukça kısa sayılabilecek bir sürede bir askeri darbenin koşullarını fazlasıyla hazırlamakta hiç de zorlanmamıştır.

Dört yıl gibi bir sürede binlerce cinayet işlenmiş, Maraş ve Çorum örneklerinde olduğu gibi toplu kıyımlar örgütlenmiş ve bütün bunların sonunda da bir askeri darbenin gerekliliği fikri geniş kesimlerde kabul görür duruma gelmiş ve darbe yapılmıştır. Uluslararası oyunun senaryosu egemen güçler tarafından yazılmış, ortaya konulmuş ve karşı ya da taraf olan her kesim bu oyunun bir parçası haline getirilmişti.

Devrimci hareket ise bu oyunu bozacak bir öngürünün sahibi olamadı. Her devrimci grup kendi “kurtarılmış” mahallesine kapanarak, kendini bu mahallenin hükümdarı ilan etti. Bırakalım devlet güçlerini ya da faşistleri bir yana, diğer devrimci grupların bile bu mahallelere girmesi yasaklandı. Sanki herkes kendi küçük devletini ilan etmişti. “Kurtarılmış bölge” olarak tanımlanan bu mahallelerde yasa koyucu ve yargı, bu bölgenin hâkimi olan devrimci gruptu. Hâkim olan grup yasaları belirliyor, mahkemeler kuruyor, kimlik kontrolü yapılıyordu. Asıl trajik olan ise, bütün bunlar “Halk adına”, halksız ve halka rağmen, çoğu zaman da halka karşı yapılıyordu.

Devrimci grupların büyük çoğunluğunun işçi sınıfı ve ezilen diğer topluluklarla bağları yok denecek kadar azdı.  Buna karşın negatif anlamda işçi sınıfı ve ezilen diğer kesimler üzerindeki etkisi oldukça fazlaydı. Çünkü sol kendi içinde düşman kamplara bölünmüştü. Ve sosyalist gruplar birbirlerini ‘Sosyal Faşist”, ‘Goşist”, ‘Maocu Bozkurt” olarak tanımlayarak, birbirlerinden rahatça insan öldürür olmuştular.

Emekçiler ve ezilenler hem devrimci hareketlere, hem de kendi çıkarlarına o derece yabancılaşmıştılar ki, 12 Eylül Askeri Darbesi’nin en temel hedeflerinden biri örgütlü işçi sınıfını ve ezilenleri atomize etmek olduğu halde, işçi sınıfının ve ezilenlerin büyük bir çoğunluğu darbeye aktif, pasif ya da kerhen destek sunmuştu. Bu bakımdan, 1982 Anayasası’nın %92’lik bir kabul oyu alması bile, darbecilerin ne derece başarılı olduklarının bir kanıtıdır.

Demek ki darbeden 2 yıl sonra bile, yani grevlerin yasaklanmış olmasına, toplu sözleşme hakkının ve her türlü örgütlenme özgürlüğünün ortadan kaldırılmış olmasına, ücretlerin dondurulmuş olmasına ve her türlü özgürlüğün ortadan kaldırılmış olmasına rağmen işçi sınıfı ve ezilenler darbecilere güvenoyu vermiştir.

EN SON EKLENENLER