MEHMET BAYRAK
Gerek İslam Halifelikleri, gerek Selçuklu, gerekse Osmanlı dönemindeki baskı, asimilasyon ve yok etme politikalarını bir yana bırakırsak; son bir asırlık yakın bir geçmişte İttihad ve Terakki’den devralınan bir politikayla, onun devamı niteliğindeki Kemalist yönetim döneminde; Kızılbaşlık ve Alevilik “Türk Müslümanlığı“ olarak sunularak, İslam içinde eritilmeye çalışıldığı gibi, Kızılbaş/ Alevi/ Bektaşi önderlerinin dini unvanları ile Alevi ibadeti ve müziği de yasaklanarak, Alevilik tümden yok edilmeye çalışılmıştır.
Kürt coğrafyasındaki ve Anadolu’daki Alevi Kürtler, bu konuda katmerli bir baskı altında kalmışlardır. Çünkü onların hem Kürt kimliği, hem de Alevi kimliği yasaklanmıştır. Keza onların edebiyatı ve müziği, bu iki boyutuyla da yasak kapsamındadır. Türkçe Alevi müziği icra etmek bile yasaklıyken, bir de Kürtçe Alevi müziğiyle ibadet yürütmek tümden riskli bir hal almıştır.
Biliniyor ki, en eski Alevi- Türk şairi, 13. yüzyılda yaşamış Yunus Emre’dir. Oysa, Yunus’tan önce yaşamış ve eser vermiş 20 dolayında erkek, 10 dolayında da kadın Yaresan-Kürt şair vardır. Dahası, bunlardan divan sahibi Baba Tahir Uryan, 10. yüzyılın ikinci yarısı ile 11. yüzyılın başlarında yaşamış olup; bugün dünyaca tanınan Ömer Hayyam ile Mevlana’nın ve Yunus Emre’nin şiir ve düşünce babasıdır.
Bugün elimizde, Yaresan aşık ve şairlerin ya da kimi kutsal kişiliklerin şiirlerini kapsayan ve “Defter- Diwan- Kelam“ adlarıyla anılan çok sayıda eser bulunmaktadır ki, bunların en öne çıkanları Serencam, Defteri Pirdiweri, Defteri Diwani Gewre, Dewrey Balul ve Zebure Haqiqat’tır. Bunlardan Serencam, ancak son yıllarda Güney Kürdistan’da yayımlanabilmiştir. Tıpkı, daha sonra Ezidiler’in kutsal kitaplarında olduğu gibi; bu eserlerin gizlilik dereceli bir yazıyla ve özel şifrelerle yazılması, belki de İslam tasallutundan kurtulmalarını ve bugüne ulaşmalarını sağlamıştır.
Aleviliğe uygulanan soykırım ve önümüzdeki görev
Alevi-Kürt toplulukların en yoğun olarak yaşadıkları bölgelerden biri Dersim merkezli “Fırat havzası“ ise, diğeri de Maraş merkezli “İçtoroslar havzası“dır. Cumhuriyet döneminde Dersîm doğrudan katliama maruz bırakıldığı gibi; İçtoroslar havzası da sürekli olarak denetim altında tutulmuş, izlenmiş, hapis ve benzeri yöntemlerle cezalandırılmıştır. Bu bölge önderleri ve ozanları, özellikle Türkiye İşçi Partisi’yle birlikte ortaya çıkınca da, bölge halkı katliamlarla karşı karşıya kalmıştır. 1967 Elbistan, 1975 Malatya, 1978 Malatya, Sivas ve Maraş katliamları bunun açık kanıtları olduğu gibi; 1971 Kırıkhan katliam girişimi de esas olarak Elbistanlılara karşı gerçekleştirilmiştir.
Bu noktada hemen belirtelim ki, Kemalist aydın ve araştırmacıların, en iyi niyetli (!) olanları bile, Aleviliği Türklük’le özdeşleştirerek, Kürt Aleviliğini yadsımaya çalışmışlardır. Oysa, Alevi Kürtler’de, “azınlık içinde azınlık“ olmanın verdiği bir duyguyla, her iki kimlik içiçe geçmiş ve daha da güçlü biçimde devam etmiştir. Onların gözünde, “Alevi olmak, aynı zamanda Kürt olmak“tır. Keza, “Ame Alevi na“ derken, aynı zamanda “Kürt“ olduğunu söylemiş olur. İki kimliği birden öne çıkarmak riskli olduğu için, genellikle Alevi kimliğinin arkasında durmayı veya bu kimliğe sığınmayı yeğlemiştir.
Zaten, 1925’te gizlice hazırlanıp uygulamaya konan Şark Islahat Planı’nda, daha çok Fırat’ın batısında göreceli olarak dağınık ve Türkler’le komşu yaşayan “Kızılbaş Kürtler’in öncelikle asimilasyona tabi tutulması“ öngörülmektedir.
Koçgiri ve Dersîm katliamlarıyla Fırat havzasına büyük bir darbe vurulurken; yaklaşık son 50 yıllık Türkiye tarihinde de, Alevi katliamlarının yayılım alanı daha çok İçtoroslar Kızılbaş-Kürt bölgesidir.
Bugün, tüm soykırım, katliam ve asimilasyon çabalarına rağmen Alevilik yaşayabiliyorsa; bu, Alevi kültürünün derinliği yanında, büyük ölçüde her iki kimliği içiçe geçirerek yaşayan Alevi Kürtler’in sayesindedir.
Bilindiği gibi; Alevilik, günümüzde değişik coğrafyalarda Kızılbaşlık, Ehl-i Haqlıq, Raye Haqlık, Ali- İlahilik, Kakailik ve Yaresanlık adlarıyla devam etmektedir. Bu bağlamda Aleviliğin tarihi, coğrafyası, sosyolojisi, etnolojisi, antropolojisi, ibadet erkanı, ritüelleri, kültürü, müziği, dansları konularının yanında; yakın dönem Alevi katliamlarının tarihinin yazılması son derece önemlidir. Yasaklı Alevi kültürünün işlenerek ortaya çıkarılıp insanlığın hizmetine sunulması büyük önem taşımaktadır.
Halil Dalkılıç’ın çalışması
Yıllardır bir gazeteci olarak Kürt sorununun güncel boyutlarını irdeleyen Halil Dalkılıç, kaleme aldığı Kürtçe makale ve köşe yazılarıyla bu çabalarını sürdürdü. Daha sonra ise, gerek İçtoroslar’dan yetişmiş ve bölge insanını tanıyan bir yazar olarak, gerekse işinin gereği Alevilik üzerinde yoğunlaştı. Bu vesileyle, sadece geldiği bölgenin değil, değişik bölgelerin Alevilerini de tanıma olanağı buldu. Ayrıca, Alevi toplum önderi sayılan kimi şahsiyetler ve yazarlarla da görüşmeler yaptı ve tüm bu birikimlerini kitabının dağarcığına yerleştirdi.
Kendi payıma, babası Vakkas Dalkılıç ile SHP dönemindeki tanışıklığımızdan sonra, Halil’in de babasının birçok özelliğini taşıdığını gözlemlediğim gibi; onun son birkaç yıllık süre içinde Alevilik konusunda önemli bir noktaya ulaştığına tanık oldum ve bu konuda yoğunlaşmasını önerdim.
Siyam Kitap’ta ‘Asimilasyon Kıskacında Alevi Kürtler’ adlı ilk kitabı yayımlanan Halil Dalkılıç’ın tek parağraflık şu tesbiti bile, Aleviliğin geldiği veya getirildiği noktada, karşı karşıya bulunduğu handikapı göstermeye yetmektedir:
“Ne cemdeki gibi ‘toplumsal eşitlikçi ve adil demokrasi’, ne musahiplik ve kirvelikteki gibi ‘toplumsal dayanışma ve paylaşımcılık’, ne doğadaki bir canlıyı ‘can’ gören ‘ekolojik’ yaklaşım, ne 72 millete bir nazarla bakan ‘evrensel eşitlik ve barış’ ve ne de ‘aslına ermektir hüner, ne ararsan kendinde ara’ düsturunda izah edilen manada kendine ait dil, kültür, yurt gibi insani ve toplumsal değerlere sahip çıkma bugün pek gündem olan konular değil…”
Siyasal ve toplumsal birçok konuda Türkçe ve Kürtçe yazan Halil’in, bu çalışmalarını sürdürmesini ve gelecekte yeni kitaplarla bilince çıkarmasını diliyorum.