“Kadınlar gerçeği söylemeye başlarsa erkeğin aynadaki
görüntüsü küçülmeye başlar…” Wiginia woolf
Kalabalık kadınlı erkekli bir grup halinde oturmuş, 8 Mart vesilesiyle toplumsal dönüşümde sorunlarımız ve geldiğimiz aşamayı tartışıyoruz. Tahmin edileceği üzere böylesi bir karma tartışma gurubunda bakışlar her zamanki gibi biz kadınların üzerinde odaklanıyor. Şiddet ve ataerkil ideolojinin değerlendirme alanı sanki salt kadınlara dönükmüş gibi bir algı daha ilk andan itibaren kendini ele veriyor. Merakla, kimi zaman kendini uzakta gören kimi zaman anlamaya çalışan bakışların varlığını her daim hissediyoruz. Erkek arkadaşların genelde şiddet, özelde de erkek egemenliği üzerine ne düşündüğü merak duygusunun da ötesinde başlangıç, tespitler ve kendini sorunun parçası olarak görme itibariyle de gayet önemli bir hal alıyor. Aslında tartışmalar toplumsal cinsiyetçilik konusunda ne kadar farkındalık yaratabildiğimizin de yanıtı gibi.
Ön sırada oturan bir ana “hani cennet anaların ayağı altındaydı, eğer öyleyse bu kadınlar neden bu kadar zulüm görüyor” diyor. Tabi bu tepkiyi gören gruptan diğer bir kadın da “güya biz kadınlar cennetin sahibiyiz ama cennet fikri kadar özgür değiliz” diyor. Grupta bulunan genç bir kadın ise “erkekler ‘8 Mart sizin olsun, nasıl olsa yılın diğer günleri bizim” diyorlar. Ve ekliyor “oysaki yanılıyorlar. Onların dayandığı zemin çoktan kaymaya başladı ama onlar farkında değil” diyor.
Zaman ilerledikçe tartışmanın yörüngesi Kürt toplumunda nelerin değiştiğine odaklanıyor. İşin rahatlatıcı kısmı geçmişe nazaran sorunu dile getirmede daha rahat ve özgüvene dayalı tartışmaların olmasıdır. Tabi geçmişi ifade ederken özellikle kadınlar şiddet ve baskı biçimlerini çözümledikçe nesne olmaktan çıkıp özne haline gelişin paralelliğine dikkatimizi çekiyor.
İktidar-erk, devlet gibi kavramlar sorunun babası olarak ele alınıyor. Cinsiyet özgürlükçü yaklaşım her cümlenin bir yerine sinmiş şekilde görünür oluyor. Ancak aynı şeyleri erkek arkadaşların diyalogları ve analizleriyle ilgili söylemek zor. Bu beden diline de sirayet ediyor, gerginlik ve kasılma hali oldukça belirgin. Kendini bu iktidar ve egemenlik ilişkilerinin bir öznesi olarak görme durumu sınırlı. “Biz” diye söze başlayamamak, egemenliğin eril cinsiyetini çözümleyememek hakim anlayış olarak duruyor. Yanısıra kamusal ve “özel alana” ilişkin güçlü tespitlerden kaçınmak tercih edilen eğilim oluyor. Bu yaklaşımlar beraberin de ‘’erkek sorunu’’ olarak nitelendirilen ataerkil ideolojinin bir zihniyet olarak açığa çıkmasını da öteliyor. Erkek egemen kimliği çözümlemeye dönük beklentiler karşısında ise “egemen taraflarımız var ama sonuçta bizi de bir kadın doğurup yetiştiriyor” noktasına geliyoruz. En fazla varacağımız sonuç yine bir kadının suçlanması oluyor. Bu durum görünürde ifade edilen “özgürlükler sorununun” özde dönüşüme yol açmayan zayıf hali oluyor.
Özgürlük kavramına dönük algılarda da erkek ve kadınların farklı anlamlar yükledikleri ilk elden göze çarpıyor. Kadınlar kendi kölelik düzeylerini belli oranlarda çözümlerken ya da özgür olmadıklarını söylerken, erkekler özgürlük olgusunu esasta kadınının varması gereken bir eşik olarak ele alıyor. Cümleler genelde “kadınlar kendilerini geliştirmeli, özgürleştirmeli” gibi “meli-malı” söylemlerle başlıyor. Bu algı özgürlüğün kadın sorunu olduğunu açık bir şekilde dile getiriyor. Erkek egemen hiyerarşi içinde erkeğin de kendi yarattığı sistemin tutsağı ve kölesi olduğu görülmüyor. Yani bu ele alışa göre erkekler kendilerini özgür görüyor.
Bir kısım kadın için kadının tarihsel ve güncel olarak yaşadığı köleliği dönük bir ön kabul olmakla birlikte kısmi bir gelişmeyi özgürlük için yeterli görme tuzağına da rahatlıkla düşülebiliyor. Her iki zihniyet de “egemen erkek-köle kadın” ikileminden kendini kurtaramıyor. Hatta tartışmayı biraz daha zorladığımızda belli bir sosyal ve ekonomik refaha ulaşan aile modelini “mutlu aile” olarak sunabiliyor. Sadece kadınlarda değil erkeklerde de “mutluluk” ölçüleri mülkiyet sınırlarına takılıyor. Mutluluk her açıdan özelleştirilen mülkiyetin tuhaf bir kılıfı oluyor. “Daha ne istenebilir ki” diyen bir bakış açısının gelişmeye ket vurduğu görülüyor.
Tabi gelişme derken farklı kulvarlarda çatallaşan sosyal eğilimleri de söylemek lazım. Kadınların bir kısmı gelişmeyi muhafazakâr değerlere sarılma olarak algılarken bir kısım kadın da kapitalist modernitenin sunduğu kadın algısıyla karışık bir kadın profili sunuyor. Gelişmeyi ve özgürlüğü salt ekonomik bağımsızlıkta gören bir algı özgürlüğü de bu sınırlara çekerek aslında kendi handikabını da oluşturmuş oluyor. Birçok kadının özgürlük algısı ve tarifi liberal sınırlara takılmaktan kurtulamıyor.
Tartışmalar bir adım daha ileriye giderek toplumsal cinsiyetçiliğin en önemli kavramsal ifadesi olan “ayıp” olgusunda odaklanıyor. Kadınlar ayıp kavramının toplum tarafından ağırlıklı olarak kadınla özdeş tutulduğunu dile getirirken erkekler ayıp denilince direk “namus” kavramıyla özdeş tutuyor. Aslında erkekler fark etmeden bilinçaltlarına yerleşen “namus, ayıp, mahrem” gibi olguların kadını ifade ettiğini dile getirmiş oluyor. Ayıp veya namus kavramının kadınlar açısından sayılamayacak kadar ölümcül anlamları varken, erkekler için bir korunma zırhı, güçlü bir egemenlik halkasına dönüşüyor. Dolayısıyla bakış açılarındaki makaslaşan farklılıklar aynı zamanda özgürlüğünde açılarını ortaya koyuyor. Çünkü “ayıp” kavramı halen geleneksel toplumun en etkili silahı olarak canlılığını koruyor.
Bu kısa ama anlamlı tartışmalar göstermiştir ki özgürlük, etik, estetik, ahlak gibi kavramların daha fazla irdelenme ihtiyacı vardır. Bu bağlamda Kürdistan devrimi eğer bütün Ortadoğu’yu etkiliyorsa bu gelişmeyi kadın eksenli bir devrim olmasına borçludur.
Günümüzde Sur’da, Cizre’de, Rojava’da, Şengal’de bilcümle bütün Kürdistan’da verilen bunca bedel, Seveler, Sakineler ve binlerce kadın şehidin mücadele mirası tam da özgür bir toplum, özgür erkekler ve özgür kadınlar yaratmak içindi. Özyönetim dediğimiz olay tamda özünde sosyal ve toplumsal devrimi başarmış bir toplum gerçekliği demekti. Bunun için yarın ülkemizde savaş bitebilir, Kürt sorunu kendi mecrasında çözülebilir. Ancak özgür toplum, özgür doğa, özgür kadınlar ve erkeklere ulaşma ideali sürekli ve kesintisiz bir devrim olarak yol almaya, mücadele etmeye devam edecektir. Kürdistan özgürlük devrimi esasında köle kadından, egemen erkekten kurtulma devrimidir.
Bu ideal uğruna canlarını feda eden milyonlarca kadın, bu çelişkiler çözümlendikçe huzur içinde uyuyacaktır.