Evliya Çelebi Seyahatnamesinde Maraş’ı şöyle anlatır:”Bir söylentiye göre Sultan Dahhâk’ın şehri idi. Dahhâk, bu şehir halkından günahlı günahsız insanları öldürüp, omuzlarındaki iki büyük yılanı bunların beyinleri ile beslerdi. Sonunda, halk çaresiz kalıp, demirci Gâve ile birlikte Dahhâk’ı öldürdü. Halkı yılanlara yem olduğu için, Mâr-ı îş’den (yılan yemeği) bozarak, kentin adına da Maraş dediler.”
On bin yıl önceye kadar tarihlenen bu kadim kent, Asurlar döneminde Marakasi, daha sonra Grugum, MÖ 650 ile 550 yılları arasında da 100 yıl Medlerin şehri olarak anılır. Zerdüşt ve Mitra inanışlarının etkisi altında kalan, sonrasında Persler, Mekodanlar, Komagene, Romalılar ve Osmanlılar olmak üzere birçok kez farklı güçler ve farklı inançlarla tanışan bu bölge Ermenilerin, Rumların, Asurların, Kürtlerin yaşadığı ortak topraklardı.
Devletin zulmüne karşı Celali, Kalender Çelebi, Baba İshak gibi büyük ayaklanmaların bir parçası olan bu kadim kent zulüm kadar büyük direnişleri de tarihine not düştü. 1915 yılına doğru geldiğimizde ise, Ermeni ve Asuri halklarının soykırımına tanıklık etti. Sonrasında yaşanan ise kesintisiz olarak devam eden bir katliam ve direniş zinciri oldu.
Tarih kitapları böyle takvimlendirir Maraş’ı. Yakın tarihin doksan beş yıllık zaman dilimine şahitlik yapan nenem ise oraya halen “Mare Raş” der. Nenem bu topraklardaki binlerce yıla dayalı tarihi gözünün görebildiği kısmıyla aktarırken geçmişten seslenen bilgelikle dile getiriyordu yüreğindekileri. O, elli yıl önceye kadar kıl çadırlarda yaşadıklarını, hayvancılık ve tarımla uğraştıklarını, toprak evlere ise yakın zamanda yerleştiklerini anlatır. Pazarcık olarak bilinen “Markaz” ovasının ise sazlıklardan, sivrisineklerden ve balçıktan ibaret olduğunu ifade ederken, yılların verdiği vakurlukla, Kürt Kızılbaşlar’ı özellikle bataklıktan çıkamasınlar, sıtmadan ölsünler diye yerleştirildiklerini söyler…
Bataklığı kurutarak kendisi için yaşam alanları açan Kürtler, zozanlarda yarı yerleşik yarı göçebe bir tarzda yaşadılar. Özellikle de Osmanlı ve cumhuriyetin ilk kurulduğu dönemlerde devletin zulmüne ve baskılarına karşın yaygın bir “eşkıyalık” kültüründen bahsedilir. Zamanın “eşkıyalığı” devletin zulmü karşısında askere gitmek, vergi vermek istemeyen insanların bir tür isyanı, bir itiraz biçimi olarak gelişir.
Araştırmacı-yazar Mehmet Bayrak’ın “Kürtlere Vurulan Kelepçe, Şark Islahat Planı” adlı kitabında Kızılbaş Kürtler, 1920’lerden sonra devletin yayın organlarında ‘ıslah’ edilmeye uğraşılan ‘vahşi’ dağ toplulukları olarak geçer. Kürtleri “ıslah” ve devlete entegre etmek için bölgelerin demografik yapısının değiştirilmesi temelinde Türkleştirme ve Sünnüleştirme politikaları dayatılır. Bu anlamda Şark Islahat Planı ile sürekli eritilmeye çalışılan bir coğrafyanın adıdır Maraş…
1978’lere doğru geldiğimizde ise bu planların sonuç almak istediği bir kıyımlar kenti, günümüzde vahşette sınır tanımayanların ilham aldığı bir katliam biçimidir Maraş. Zamanın eşkıyalarıyla, devrimcileriyle, pirleri, erenleriyle, analarıyla, ziyaretleri ve delileriyle Kızılbaşların kültürel bir sentez olarak yaşamak istediği bir diyarın adı…
Geçmişten bu güne gelen ortak yaşam, kadına dayalı gelişen toplumsal yapı Ate Elif’te(Elif Ana) kutsanarak devam etmiş, toprağıyla insanıyla, doğasıyla, zulmün olduğu yerde direngenliğiyle bir kimliğin adı olmuştur. Şimdilerde ise başka bir kıyım biçimiyle gündemimizde Maraş. Köylere ait meralara devletin el koyup sonrasında ise üzerine “Mülteci kampı” kurmak istemesiyle başlayan süreç tarihsel gerilimlerin yeniden vücut bulmasıyla devam ediyor. ‘Yaşam alanıma, kimliğime, inancıma, toprağıma dokunma!’ diyen yöre halkı nöbet eylemi başlatarak kendi toprakları üzerinde “mülteci kampını” istemediğini söylüyor. Sorun havuz medyasının çarpıttığı biçimiyle bir mülteci karşıtlığı değil, Alevi ve Kürt coğrafyada nice katliamlar yaşamış bir topluluğun kendi toprakları üzerinde geliştirilmek istenen politikaları toplumsal hafızayla deşifre ediyor oluşunun yarattığı kaygıdır esasında. Toprak, kendisi üzerinde yaşayanlar için ortak tarihin, kültürün, yaşamın adıyken, egemenler için göz dikilen ve kaba ya da ince yöntemlerle egemenlik alanı haline getirilmesi gereken iktidarın inşa aracıdır.
Katliam, insansızlaştırma ve toprağından sürmenin sosyolojik bütün vakalarını yaşayan Maraş nüfusunun yüzde yetmişinin yurt dışında yaşadığı bir gerçekliktir bahsedilen. Tarihsel travmaları derin yaşayan Kızılbaş Kürtler, çetelerin üzerinde yakalanan Alevi köy haritalarından, adı sanı belli olmayan kişilerin köy köy dolaşıp “neden bu köylerde cami yok” demelerinden nasıl bir sürecin onları beklediğinin farkındalar.
Direnişin ilk başlarında sembolleşen Eme ananın fotoğrafı aslında birçok şeyi resmediyor. Eme ana ve daha nice kadın Maraş katliamında karnı deşilen kadınların, doğmamış bebelerin parçalanıp duvara çivilenmesini, kaynar kazanlarda kaynatılmasını, kadınlara tecavüz edilmesinin halen canlı tanıkları iken, onları bekleyen ikinci bir Maraş katliamına sessiz kalmayacaklarını söylüyor.
Yerle bir edilen Cizre’de, Sur’da devletin yaptığı zulmü haykıran anaların çığlığı neyse Pazarcık’taki anaların çığlığı da odur. “Toprak giderse kimlik de gider” in bilincinde olan barbarlar, tam da bunun için Sur’a, Cizre’ye, Pazarcık’a saldırırken nihai hedefin köksüzleştirmek olduğunun bilincindedir. Bu diyarlar ki geçmişten günümüze binlerce yıllık tarım ve köy kültürünü, ana tanrıçalardan, Zerdüştlere kadar nice insanlık değerlerini sindirmiş ve taşımıştır.
Şimdilerde ise direngen bir ruhla sahip çıkılmayı bekliyor bu topraklar. Tam da şimdi yarınların artık bugün olduğu gerçeğini yaşıyoruz. Sayısız uygarlık ve topluluk belki de zamanın ruhuna uygun davranmadığı için aşıldı ve yok oldu. Mitolojide kudretin, ölümsüzlüğün, şifanın sembolü olan yılan yani Mare Raş son bir darbeyle yıkılmak isteniyor.
Tarihten günümüze süzülen tanrıçalara kulak verelim. Ahı yerde kalmış, katledilmiş, soykırımdan geçirilmiş toplulukların tarihten bize seslenen çığlıklarını dinleyelim. Eme ananın dediği gibi “bir avuç kaldık, bizi köyümüzle, bahçemizle, meralarımızla rahat bırakın. Bu topraklar bizim…”