Savaş beklenen veya hesaplanandan farklı sonuçlar yaratan komplike bir vakadır. Çoğu zaman savaş, politik planlarını uygulamak isteyenlerin öngörmediği ve hatta arzu etmediği sonuçlar yaratacağı gibi, hesapta olmayan ikincil veya farklı sonuçlara da yol açabilmektedir. Böyle olduğu içindir ki 1. Emperyalist savaş, Ekim Devrimi’ni, 2. Emperyalist savaş ise başka devrimlerle birlikte yeni devletlerin doğmasına yol açmıştır.
Bölgemizde birçok devletin birlikte kotarıp başlattığı Suriye savaşı da bu genel doğruya uygun bazı sonuçların doğmasına yol açmıştır. Bu anlamda söz konusu Suriye savaşında konumuzu ilgilendiren gelişme, mültecilerle ilgili olan durumdur.
Aslında böyle bir savaşta mülteci sorunu bilinmeyen veya öngörülemeyen bir durum değildir. Ancak mülteci sorununun Türkiye için yarattığı sonuç ve taşıdığı anlam, çok mümkündür ki, savaşın planlayıcıları tarafından önceden öngörülmemiş, hesaba katılmamıştı. Buna rağmen savaşın bir aşamasından sonra, mültecilerin, Türkiye’nin iç ve dış politikalarında özel bir rol oynamaya başladıklarını görüyoruz.
Konuya daha yakından bakmaya çalışalım. Savaş başladığında ve Türkiye’ye Suriyeli göçmenler geldiğinde, ilk olarak devlet bunlara sahip çıkmayan, hatta öteleyen bir tutum içindeydi. Bunun sonucu olarak bir çok yerde Suriyeli mültecilere yönelik toplu saldırıların olduğunu biliyoruz. Akın eden mültecilerin önlenemeyen yoğunluğu ve İŞİD’i destekleyen politikalar, devletin, kısa sürede, mültecilere sahipleniyor gibi davranmasına yol açtı. AKP iktidarı, samimiyetten uzak bu iki yüzlü tutumunu, insani kılıflarla pazarlamayı da ihmal etmiyordu. Bu politika, bir süre böyle devam etti. Daha sonra mültecilerin, devletten destek alan insan tacirleri tarafında, Avrupa ülkelerine taşınmaya başlandığına tanık olduk. Çocuk, kadın, yaşlı ve hasta demeden, botlar dolusu sayısız mültecinin Egenin sularına gömüldüğünü ve her katliamda yetkililerin timsah gözyaşları döktüklerini izledik günlerce. Yani devlet, bir yanda mültecileri barındırdığını iddia ederek, insani sahiplenme duygusunun avantajında prestij üretmeye çalışırken, diğer yandan da illegal yollarla mültecilerin Avrupa’ya taşınmasını sağlamaya çalışıyordu.
Bu süreç, hesaplandı mı, yoksa beklenmiyor muydu, bilinmez, ama başka bir sonuç yarattı. Avrupa devletleri, özellikle Almanya, mültecilerin kendi ülkelerine gelmelerini önlemek için AKP iktidarıyla anlaşmaya, hatta bu amaçla önemli tavizler vermeye başladılar. Bilindiği gibi “Kayseri pazarlığı” yoluyla önce üç, sonra altı milyar Euro verilmesi, ayrıca vize muafiyeti, bu gelişmenin sonunda gündeme gelen sonuçlar oldu. Bu avantajların yanında, AB’nin, Türkiye’nin insan hakları, basın, ifade ve düşünce özgürlüğü, Kürdistan’da sürdürülen savaş gibi çok temel konularda işlediği hukuksuzlukları görmezden gelmek veya üstünü örtmek gibi ilkesiz ve çıkarcı tutumunu da AKP’nin kazanç listesine eklemek gerekir.
Mültecilerin kendi ülkelerine gelmesini istemeyen Avrupa devletleri, böylece, hem para vererek, hem vize konusunda, sözden de olsa, AKP’nin eline bir “avantaj kart” tutuşturarak, hem de en sıkışık olduğu bir anda, sürdürülen kirli savaşı ve suçlarını görmezden gelmeyi, dolayısıyla suç ortaklığını kabul ederek, AKP devletinin elinin rahatlamasına yardımcı oluyordu.
Böylece altın yumurtlayan tavuk misali, dış politikada mültecilerin, hem maddi olarak, hem siyasi olarak ranta tahvil edildiğini gören devlet, aynı sonucu iç politika için de planlamaya yöneldi. Buna güncel politikalar açısında fazlasıyla ihtiyacı bulunmaktaydı.
Bu yönelimin tarihsel arka planı, sürdürülen asimilasyoncu, katliamcı, etnik ve dinsel arındırmayı amaçlayan politikalardır. Türk devleti oluşturulurken yaşanan” arındırma” politikalarının o günden bu güne değişmeden devam ettiği bilinmektedir. Zaten ‘tekçi’ politikaların reddine veya terk edilmişliğine dair her hangi bir politik düzenleme, hiçbir zaman gündeme gelmedi. Bu yönde AKP iktidarı döneminde yaratılan değişim görüntüsünün bir illüzyon olduğu 7 Haziran seçimlerinden sonraki süreçte çok net olarak ortaya çıkmış bulunmaktaydı.
Tam bu gelişmelerin ortasında, yani AKP’nin iç politikada ve özellikle Kürt sorununda yaratmak istediği illüzyondan da vazgeçtiği koşullarda, ortaya çıkan bu mülteci avantajı, yukarıda belirtilen bir seyir içinde, büyük bir fırsat olarak değerlendirilerek, kadim asimilasyoncu politikaların zemini olarak kullanılarak ganimete dönüştürülmek istenmiştir. Zaten bu tarz imha ve asimilasyon projelerinin hemen tamamı başka bir siyasal gelişmenin gölgesinde yapılarak gizlenmiş, böylece amaçlanan etnik-dinsel “arındırma” daha kolay yapılabilmiştir. Tarihte yaşanan Ermeni, Rum ve Yahudi soykırımları, Kürtlere ve Alevilere yapılan bütün kırım operasyonları, her biri, bir başka siyasal gelişme gerekçe gösterilerek yapılmıştır.
Ermeniler başka devletlerle işbirliği yaptıkları için, Rumlar ve Yahudiler, devletin ve toplumun nizamını bozdukları için, Şeyh Sait ve Seyit Rıza hareketleri İngiliz oyunu oldukları iddia edilerek kitlelerin imhası sağlanmıştır. Maraş ve diğer katliamlarsa solcuların işiydi zaten. Yani devlet, bir toplumsal kesimi yok etmek istediğinde başka bir siyasal gelişmenin gölgesinde bu amacını gerçekleştirmeyi planlamaktadır.
Böylece Suriye savaşında “Esad’ı yıkıp Şam da namaz kılmayı” hesaplayan Türkiye’yi yöneten siyasal irade, AKP,bunu yapamadı. Ancak AKP iktidarı, savaşın ortaya çıkardığı mültecileri, önce dış politikada ekonomik- siyasal ranta çevirdi, şimdi de aynı mültecileri iç politikada etnik-dinsel ve mezhepsel arındırma politikalarının malzemesi yaparak, hem kendi sosyal tabanını güçlendirmek, hem de siyasal ikbalini garantiye almak istemektedir. İşte Terolar’da yapılan kamp bu politikanın ete kemiğe büründürülmüş halidir.
BU İŞ NASIL VE NİÇİN PLANLANMAKTADIR.
Plan şudur: mülteciler genel olarak gittikleri yerlerde kalıcı olmaya eğilimlidirler. Hemen hiçbir mülteci, gittiği yerde kalmayacağını düşünse de, gelişmelere bağlı olarak gittiği yerde, yaşamaya alışmakta ve kalmaktadır. Aynı durum Suriyeli mültecilerin de bu topraklarda kalması şeklinde gelişmek durumundadır. Bu tespit lokal bir tespit değil, genel bir tespittir.
Bu genel durumun yanında devlet, Suriyeli mültecilerin kalmasını özellikle istemektedir. Bu durumda, mültecilerin kalıcı olmalarını sağlamak için bir dizi düzenlemenin yapılması kaçınılmaz olarak söz konusu olacaktır. Bu düzenlemelerden birisi de bu göçmenlerin üretimde konumlandırılmalarının sağlanmasıdır. Bu amaçla Maraş ovasının Suriyeli mültecilere peşkeş çekilerek, onların kalıcı olmalarının sağlanması planlanmaktadır. Tam da bu noktadan sonra ikinci adım olarak, mültecileri yerleştirme maskesi altında etnik- dinsel ve mezhepsel arındırma politikası da devreye konmaktadır. Böylece Türkiye demokrasi mücadelesinin en önemli toplumsal dayanağı durumunda olan Kürtleri ve Alevileri, özellikle bölgede arındırarak daha önce tamamlanamamış olan projeyi tamamlamak, bu planlamanın ana dayanağı olmaktadır. Bölgenin nispeten boşaltılmış olması, arındırma politikalarına karşı direncin zayıf olacağının, dolayısıyla amacın kolayca gerçekleşeceğinin düşünülmesine yol açmıştır.
Sonuçta buraya yapılacak olan ve toplamda birkaç bini bulmayan Kürt- Türk Alevinin yaşam alanlarının ortasında 27 bin Suriyelinin yerleştirileceği kampla, bölgede yaşayan ve Maraş katliamının ceylan tedirginliğini üzerinde atamamış olan bir avuç Türk- Kürt alevinin buraları terk etmesi sağlanmak istenmektedir. Hiç kimse halklara yalan söylemesin . Alevilerin , 27 bin farklı, hatta zıt inançta topluluğun içinde, yaşam tarzıyla, inancıyla ve bütün sosyal- siyasal farklılıklarıyla, yaşamlarına özgürce ve tedirginlik duymadan,taciz, saldırı vs. olmadan devam edebileceklerini söylemesin. Demek ki devletin Terolarda yapmaya çalıştığı, masum bir mülteci yerleştirme değildir. Özetle bu kamp kalıcıdır ve amaç mülteciler üzerinde kadim varoluş politikası olan etnik-dinsel arındırmanın pratikleştirilmesidir söz konusu olan. Böylece etnik ve mezhepsel olarak farklılıklarını koruyan Kürtlerin ve Alevilerin bölgede ayrılması sağlanmak istenmektedir.
Terolarda kurulmak istenen kampın, yukarıda bir cümle ile değindiğimiz bir diğer yanı daha günceldir, o da bu mülteciler üzerinde 2023’ün hesapları yapılmaktadır. 2023’te Kemalizm’den rövanş almak isteyen AKP’nin toplumsal dayanaklarını güçlendirmeye ihtiyacı bulunmaktadır. Bunun için Alevilerin ve muhalif Kürtlerin, siyasal-sosyal güçlerinin kontrol edilebilir bir noktaya indirilmesi zorunludur. Yüz milyonluluk bir Türkiye’de 10-15 milyona indirilmiş toplumsal muhalefet gücünün kontrol edilebilirliği daha fazla mümkün ve kolay olacaktır. Söz konusu kampın yapılmasının böyle bir amacı olduğunu görmek için müneccim olmaya da derin analiz ferasetine de gerek yok. Terolara yapılan kampla ilgili ayrıntıların incelenmesi bu durumun görülmesini sağlayacak yeterli verilere sahiptir. Hiçbir geçerli kriterin olmadığı, kampın fiziki yerinin uygunsuzluğu, alternatif kamp yerlerinin varlığına rağmen burada ısrar edilmesi, Maraş katliamını yaşamış olan Alevi toplumunun tam ortasına katliamdan sorumlu bulunan bir toplumsal kesimin en fanatik guruplarının orantısız bir biçimde yerleştirilmesi, yaygın ve etkili toplumsal muhalefetin dikkate alınmaması, bir dizi hukuksuzluğun yapılması ve bu kampın, “yangından mal kaçırırcasına” alelacele kurulması gibi bir çok olgu, gerçeğin anlaşılması için yeterince açıklayıcıdırlar. Bütün bunlar göstermektedir ki Maraş-Terolarda kurulmak istenen kamp, devlet açısında önemli bir projedir ve merkezi olarak tasarlanmış ve kararlaştırılmıştır. Gerçekliğin böyle olduğu anlaşılamadan Maraş- Terolarda kurulmak istenen kamp ve buna neden karşı çıkıldığı da yeterince anlaşılamayacaktır. Aynı şekilde bu kampa karşı mücadelenin yöntem ve araçlarını doğru belirlemek de mümkün olmayacaktır.
NE YAPMALI?
Maraş – Terolarda yapılmaya çalışılan kampa yerleştirilen mültecilerin kalıcı olması sağlanarak, AKP kendi gelecek planlarının toplumsal dayanağını tahkim etmektedir, dedik. Gerçeğin böyle olduğunu anladığımızda neler yapmamız gerektiğini daha net görebiliyoruz. Öncelikle meselenin Maraşlı bir avuç Kürt- Türk Alevinin sorunu olmadığını ve daha önemlisi mültecilere karşı bir tutum olmadığını belirtmemiz ve buna özellikle vurgu yapmamız gerekiyor. İki nedenden dolayı bu konuya vurgu yapılmalıdır. Birincisi, mülteci karşıtlığı iddia edilerek, bu şekilde devletin kurduğu tuzağın üstüne, asimilasyoncu politikalarını gizleyen, bir şal örtmüş ve etnik-dinsel arındırma politikalarının da fiilen destekçisi durumuna düşmüş olacağız. O nedenle bu projenin kendisinin ne olduğunun anlaşılması çok önemlidir. Şu gerçekliğin altı çizilmelidir, devletin Sur’da ve Cizre’de yaptığının Maraş’a uyarlanmış halidir Maraş’ta yapılan kamp.
Ayrıca bu kamp, yerleştirilecek olanların dinsel ve sosyal özellikleri itibarıyla ve göçmenlik koşullarının yarattığı sonuçlardan dolayı, potansiyel “İŞİD militanı üretme kampı” olarak işlev görecektir. İŞİD’in zorla veya çeşitli imkanlar sunarak bu kamplarda militan devşirdiği, aynı şekilde İŞİD’in, bu kampları bir çok amaç için kullandığı sır değildir, bilinmektedir.
Bütün bu tespit ve belirlemeler, demokratik güçlerin neler yapması gerektiğini göstermektedir. Asimilasyoncu politikaların bir versiyonu olarak ve halkların toprakları gasp edilerek, sürdürülen merkezi ve önemli bir politik uygulama olan bu projeye karşı mücadele de buna uygun olmak zorundadır. Buna göre, öncelikle, mücadelenin lokal olarak algılanmaması gerekir. Aynı şekilde projenin bölgenin Kürtlerine ve Kürt-Türk Alevilerine yönelik olması, sorunun tarafı olarak, mücadelenin, sadece onların sırtına yıkılmasına yol açmamalıdır. Bu iki noktayı birleştirdiğimizde Terolardaki kampa karşı mücadele, genel demokrasi güçleri tarafında, uzun vadeli bir planlamayla ele alınması gereken bir mücadele olarak karşımıza çıkmaktadır.
Pratik olarak, bütün demokratik kurum, çevre ve şahsiyetlerin, bu kampa yerleştirilecek olanların burada ayrılması sağlanana kadar, belli bir plan dahilinde, ısrarlı ve kararlı bir mücadeleyi gündemlerine alması bu sorunun çözülmesi için zorunludur. Çünkü onların niyeti bu mültecileri kalıcı kılarak kendi siyasal geleceği için toplumsal dayanak üretmektir. Buna göre bizim görevimizde ortaya çıkmaktadır. Bu sürecin kısa vadeli ve basit olmadığı açıktır. Kimse kolay zafer rüyalarıyla kendinden geçmemelidir.
Terolar’da sürdürülen mücadele sadece Terolar’a, Maraşlı Alevilere bırakılmayacağı gibi, mücadelenin kapsamı da kampın engellenmesinden ibaret değildir. Bu kampa karşı mücadele, biçimi, içeriği, bileşenleri ne kadar farklı olursa olsun sonuçta demokrasi mücadelesinin bir parçası olarak görülmeli, öyle ele alınmalı ve ona uygun bir duyarlılıkla, kazanma azmi ve perspektifiyle sürdürülmelidir. Toplumsal mücadele bir bütündür. Ülkede sürdürülen demokrasi mücadelesi açısında Terrolar bir mevzi durumuna gelmiştir. Mesela artık Teroların veya tek başına bölgenin demokratik güçlerinin sorunu olarak ele alınmamalı, görülmemelidir.
Bu mücadelenin klasik belirilenmiş bir şekle mahkum edilmesi ne kadar zararlıysa, daha kolaycı yöntemlere başvurmakta o denli yanlış ve gereksiz olacaktır. Aynı şekilde mücadelenin dar, sekter ve ben merkezci yaklaşımlara feda edilmesine yol açacak hiçbir davranışa, tutuma fırsat ve yol verilmemelidir. Tam tersine bölge halkının mücadele deney ve pratiği göz önüne alınarak, ciddiyetle ve kazanmanın sorumluluğuyla bu süreç yürütülmelidir. Halkın kendisine daha çok fırsat ve inisiyatif verilmesine uygun bir tutum alınması daha doğru olacaktır.
Eylemin sürekliliğinin yanında eylem biçimlerinin de çeşitlendirilmesi buna uygun yaratıcı eylemlerin ortaya çıkartılması da kazanmak için gerekli ve önemlidir. Yine eylem alanı olarak sadece Terroların belirlenmesine de gerek yok, bildiğimiz sloganla “her yer Terrolar” diyerek bu mücadele sürdürülmelidir. Bu amaçla ilk olarak söz konusu sürecin tamamını yürütecek olan esnek, kararlı, güven veren ve çok yönlü yetenek ve yetkinliğiyle umut üretecek olan bir düzenlemenin yapılması gerekir. Bu yapılanmanın ortaya koyacağı ve ilgili tüm kesimlerin katılacağı planlamaların sürecin başarısı için önemli olduğu açıktır.
Özetle ve tekraren, Terrolarda yapılmak istenen bir kamp değil, AKP’nin, Suriye savaşında yurdunu terk etmeye zorlanmış olan Suriyeli mültecilerin dramıyla, devletin kadim politikasını pratikleştirerek, kendisine siyasal ikbal yaratmaya çalışmasıdır. Demokratik muhalefet güçlerinin de bu kapsamlı oyunu görerek bunu boşa çıkartacak olan uzun vadeli, kararlı ve etkili bir pratik eylemlilik planlaması yapması mümkündür. Önümüzdeki dönemde sayısız alanlarda sayısız eylemliliklerle bu süreç devam ettirilebilinir.
Son olarak oldukça önemli bir noktanın daha altının çizilmesi gerekir. Bu süreç, Maraş katliamının yaralarının sarılmasını sağlamaya hizmet etmelidir. Bu amaçla, bütün faaliyetler, Maraşlı halklar ve inançlar arasında yaratılmış olan düşmanlıkların aşılmasına, yaşatılan katliamlarla yüzleşme olanaklarının yaratılacağı bir sonuca evrilmesine uygun bir perspektifle yürütülmelidir. Buna göre sürecin tüm evrelerinde Maraşlıların yer almaları ve katkı sunmaları sağlanmalı, buna uygun bir dil, üslup ve tutum geliştirilmelidir. Son dönemlerde oldukça geride bırakılmış olan Maraşı negatifleştirme, olumsuzlama tutumlarının terk edilmesi, bu sürecinin sonunda elde edilecek olan yegane kazanç olacaktır. Özellikle halen güncelliğini koruyan Maraş katliamının yarattığı Alevi-Sünni, Kürt-Türk güvensizliğinin aşılarak halklar ve inançlar arasında kardeşliğin yeniden tesis edilmesine hizmet etmelidir bu çalışmalar. Bu anlamda eylem perspektifi, Maraşı ve Maraşlıyı dıştalayan, ötekileştiren değil, onların varlığını mutlak gerekli gören, onlarla birlikte olmaya özel bir anlam ve özen gösteren, onların katkılarının koşullarını oluşturan ve gerektiğinde bu amaçla özel düzenlemeler ve çalışmalar yapmaya önem veren bir tarz ve tutum oluşturulmalıdır. Çünkü tüm Maraşlı halklar bu sürecin mağduru durumundadırlar ve bu durum yıllardır yok edilmiş olan kardeşliğinin yeniden üretilmesi için önemli bir olanak olarak değerlendirilmelidir. Hiçbir Maraşlının bu kampta, hiçbir menfaati söz konusu değildir.
Savaşın mağdurlarını ticari bir metaya dönüştürerek, fırsattan ganimet çıkartan, dışarıda ve içerde, hem ekonomik hem siyasi kazanımlar elde etmek isteyen AKP’nin bu hevesinin kursağında kalması sağlanmalıdır. Ve sanılanın aksine bu gelişme çok mümkündür. Yeter ki vazgeçilmesin, terk edilmesin. Söylendiği gibi, taşı delen suyun sürekliliğidir.