Bianet’ten Banu Tuna “Ya Sev Ya Terk Et” yıkıcılığını yazdı. Tuna, “Kendinden olmayana tahammülsüzlüğün, muhafazakar faşist sözlükten bir numaralı sloganı “Ya sev ya terk et” diyor.
Kendinden olmayana tahammülsüzlüğün, muhafazakar faşist sözlükten bir numaralı sloganı “Ya sev ya terk et”. Bugüne kadar solculara, Kürtlere ve daha nice azınlık grubuna karşı kullanıldığını, dağa taşa yazıldığını çok gördük. Aynı slogan şimdi neoliberal sözlükten sesleniyor bize ve hedefinde, iktidarın dayattığı hızda zenginleşmeyi beceremeyen, yeni Türkiye’nin İstanbul silueti yerine nostaljik bir hayale bağlı kalmakta ısrar eden kentliler var.
Dün Hürriyet yazarı Cengiz Semercioğlu’nun yazısından öğrendik, İstanbul’da yıkılacaklar listesine Harbiye Açıkhava Tiyatrosu’nun da eklendiğini. Bilgiyi bizzat İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür Daire Başkanı Abdurrahman Şen’den aldığını, 4 bin 500 kişilik tiyatronun tamamen yıkılıp yerine daha modern 7 bin kişilik yeni bir salon yapılacağını söylüyordu.
Haberin yarattığı tepki üzerine İBB’den hemen bir açıklama geldi. Özetle, “Yok öyle bir şey, daha evvel dediğimiz gibi sadece üstünü kapatacağız. Yazık halkımız konser izlerken üşüyor, ıslanıyor. Tiyatrodan da 4 mevsim faydalanamıyoruz. Anıtlar Kurulu’ndan izin bekliyoruz, özgün yapısını da koruyacağız” diyorlar.
İBB ve sermaye ne zaman “özgün yapıyı korumak”tan bahsetse, korkulacak bir şey olduğunu anlamamız gerektiğini artık biliyoruz. Bir AVM’nin dördüncü katında, sinema salonu maketi olarak izleyicisini bekleyen Emek’ten biliyoruz. Tarlabaşı’nda, geriye cephelerinden başka bir şey kalmayan tarihi Rum evlerinden biliyoruz. Özgünlüğü korunacak vaadiyle, dostlar alışverişte görsün diye tahtaları numaralandırılarak sökülen sonra yerine beton dökülen tarihi Ayvansaray evlerinden biliyoruz. O tarihi ahşaplar hangi depolarda çürümeye terk edildi, hangi sobalarda yakıldı ya da hangi inşaata perde oldu bilmiyoruz.
İstanbul’un sokaklarında lobotomiye uğramış gibi, hafızasız dolaşıp duruyoruz. Henüz 30’lu yaşlarındaki insanların bile özlemle burun direği sızlıyor. Bundan 10 yıl evvel hayatın parçası olan pek çok yer artık yok. Mezun olduğumuz okullar artık yok çünkü arsaları iyi para ediyordu. İlk sevgilimizle gittiğimiz sinema yok çünkü yerine AVM yapıldı. En parasız zamanlarımızda bile hayata karışabildiğimiz, dostlarla buluşabildiğimiz çay bahçeleri yok, çünkü yerine denize nazır siteler yapıldı. Balıkçı barınaklarındaki salaş meyhaneler yok, belediye tesisleri var. Mahalle arkadaşlarıyla top koşturduğumuz saha yok çünkü o da AVM oldu. Veresiye gazoz aldığımız bakkal amcanın yerinde artisan kahve satan “Coffee House” açıldı.
Örneğin Kadıköy’de oturuyorsanız ve biraz uzun bir seyahate çıksanız, dönüşte sokaktaki iki apartmanın daha yıkıldığını görebilirsiniz. Yıllardır oturduğunuz sokağın iki yıl önceki halini hatırlayamayabilirsiniz. Üç katlı, nesli tükenmekte olan evimin penceresinden her gün daha az gökyüzü görünüyor. Ağaçlar kesilip yerine otopark yapılıyor.
Yıkılacaklar listesi hep uzuyor. Evler, okullar, hastaneler, tiyatrolar, kültür merkezleri, sinemalar, parklar, koca koca mahalleler, hatta mezarlıklar… Her yıkılanla hafızamız biraz daha siliniyor. Her yıkımla evimizi sırtlanıp başka mahallelere, başka hayatlara taşınıyoruz.
Nüfusunun büyük bölümü, bu şehrin vahşi bir at gibi sırtından atmaya çalıştığı yük gibi. Düşmemek için sıkı sıkıya tutunuyor, her düşüşte yeniden sırtına binebilmek için çırpınıyor. Çünkü İstanbul’un artık eskiliğe, fakirliğe, para getirmeyen hiçbir şeye tahammülü yok. “Ya sev ye terk et” diyor. “Ya tutun, ya da düş ve bir daha gözüme gözükme”…