Türkiye edebiyatının prensesi olarak biliniyor. Yazdığı kitaplar, yazıyla kurduğu bağ edebiyat dünyasında hayranlıkla izleniyor. ‘Sessiz sedasız’ romlanarını yazan Sema Kaygusuz’dan söz ediyorum… Kaygusuz, geçtiğimiz aylarda Almanya’nın saygın edebiyat ödüllerinden Rückert Ödülü’’ne layık görüldü. Ödül dilbilimci ve şair Rückert’in üzerinde çalıştığı kırk dört doğu dilinde üretilen ve Almancaya çevrilen nitelikli edebiyat eserlerini kaleme alan yazarlara veriliyor.Kültürler arasında köprüler kurabilmeyi hedefleyen Rückert Ödülü üç yılda bir düzenleniyor.
Sema Kaygusuz’un ilk ödülü değil kuşkusuz. Hazırladığı ilk dosya Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülü’ne (1995), ikinci dosya 1996 Gençlik Kitabevi ikincilik ödülüne değer bulundu. Ancak her iki dosya da kitap olarak yayımlanmadı.
1997’de Ortadan Yarısından, 2000’de Sandık Lekesi, 2002’de Doyma Noktası adlı öykü kitapları yayımlandı. Sandık Lekesi yayınlandığı yıl Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü’nü kazandı.
Kaygusuz’un Esir Sözler Kuyusu, Karaduygun kitaplarının ardından, bireysel huzursuzluklardan, toplumsal kırılma noktalarına doğru bir yolculuğa çıkartan Barbarın Kahkahası romanıyla da yeni sözler söylemeye devam ediyor…
Sema Kaygusuz’la bir araya geldik…. Edebiyatı ve kendi iç dünyasına doğru yolculuğa çıkarken bugünün Türiye’sini de konuştuk.
– Almanya’nın saygın edebiyat ödüllerinden Rückert Ödülü’ne layık görüldünüz… Bu ödülle ilgili neler söylersiniz?
Ödül almak çok sevindirici tabii. Bir yandan da yazara daha büyük sorumluluk yüklüyor. Bir parantezin içine alınmış gibi hissediyorsunuz. Coburhger Rückert Ödülü de başlangıçta böyle bir his yarattı. Ben açıkçası Friedrich Rückert’i yalnızca bir çevirmen olarak tanıyordum. Ama onun 140 dilden Almanca’ya şiir çevirisi yaptığını, bir şair olduğunu, Mahler için yazdığı lirikleri bilmiyordum. Meğerse, Heine, Goethe, Rilke Rückert’in karnından çıkmış. Alman Romantiklerini, dünyadaki Romantizm akımının kurucusu olarak görebiliriz. Filozofun yerini sanatsal deha almaya başlar. Sezgiler güç kazanır. Aydınlanma sert bir dille eleştirilir. Başkasının dili bir hazine olarak alımlanır. Lafı uzatmadan, ödülün kökenleri üzerine düşününce başıma sandığımdan da daha iyi bir şey geldiğini anladım. Sonra tören için Coburg’a gidince her şey daha da netleşti. Friedrich Rückert’in torunuyla tanıştım, 80 yaşlarında bir bey. Bana dedesinin müze haline getirilmiş evini gezdirdi. Dere kenarında büyük bir çiftlik evi. Rückert neredeyse 2 metreymiş. Yazılarını ayakta yazdığı için, çalışma masası çeneme geliyordu. Kuran-ı Kerim’i Almancaya ilk çeviren kişi de o. Sadece dili çevirmiyor, o dilin metrik ritmini, müziğini de Almanca’da yeniden icat ediyor. İnanılmaz bir adam. Karısına çok düşkün. Karısı için el yazması tek bir şiir kitabı bile tasarlamış. Güller, fırfırlı kenar süsleri… ama bir yandan da kadınların yazı yazmasına karşı. Zamanın şakası böyle bir şey olmalı. Ölümünden 150 yıl sonra adına bir ödül veriyorlar, onu da kadın yazara veriyorlar. Zamanın yaptığı tashih, böyle bir şey.
–Yıllarınızı öykü ve edebiyata verdiniz… Daha önce de pek çok ödül aldınız… Sandık Lekesi yayınlandığı yıl Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü’nü kazandınız… Burada genel olarak soru sorarsam, ödüller bir edebiyatçı için ne anlam ifade ediyor?
O yüzden ben ödülü kabul edip içeriden reddedenlerdenim. Övgüyü çok fazla benimsemem, içselleştirmem. Dışarıdan gelen beğeniyi, kendi özbeğenimin harcına katmamaya çalışırım. Çünkü dışarıdan bakan göz, ister istemez sizi dünyayla ölçer. Zamanla, içinden geçtiğimiz zamanla ölçer. Başkalarıyla kıyaslar. O kıyasa göre temsiliyet geliştirir. Yani ödüllerin bütün alt isimlerinde size ait olmayan bir şey vardır. En iyi, en güzel, en değişik, en bir şey… bunlar ölümcül sıfatlar. Felsefe dışı, katılaşmış isimler. Edebiyat ödülü yalnızca bir edebiyat kurumudur, öte yandan hiç de edebi değildir.
-Sizin edebiyat serüveniniz 1994’de başladı… Bu süre zarfında öyküyü ve romanı hayatınızın neresine koydunuz?
Yazı benim için daima tek öncelik oldu. Bütün ilişkilerimde tek sözleşme maddesi galiba edebiyattı. Ben ancak yazarken, yazıyı düşünürken, yazıyı sorgularken dünyayla ilişki kurabiliyorum. Yazı aracılığıla kendimle ilişki kurabiliyorum. Hatta bedenimi bile yazı üzerinden hatırlıyorum. Yani sözcüklerin ritmi, ağırlığı, yüklediği anlam ve adlarla kendimi yapıyorum. Bu da oldukça yalnız bir mesai. Ötekini dışlıyor biraz. Kapının dışında bırakıyor. Ama yapacak bir şey yok. Benimki de böyle doğa, böyle bir form.
-Galiba Sandık Lekesi’yle bizden biri olmuştunuz…
Evet… Bir bakıma evet. Ama o kitap benim kendimi aileden -bir mevhum olarak aileden- ayırdığım bir kitaptır aynı zamanda. Annenin memesinden tam olarak koptuğum, babayı zihnimde öldürdüğüm metinler. Sevgi bağlarımızla göbek bağlarımızın başka anlam dünyalarına ait olduğunu kavramadan yaratıcı bir iş yapılabileceğini de sanmıyorum açıkçası.
-“Yazarken her şeyin kendisi olmaya can atıyorum… diyorsunuz ya… o can atışlarda kendinizi yaraladığınız oluyor mu?
İnsan zaten yaralı. Gören gözü, kavrayan eli, genzini yakan safra acısıyla daimi yaralı varlık. Yaranın ta kendisi hatta. Ufunet, kan, sızı ve can havliyle örülen doku: insan. Yazılı bir metin gibi. Hiçbir şey öğrenmiyor, her şeyi hatırlıyor. Bilmek istediğini keşfediyor, kullanmak isyediğini icat ediyor… Sürekli bir sınıra dayanıyor, sürekli medetsizliği tadıyor. Dolayısıyla benim yazarken taşla, ağaçla ya da hayvanla yer değiştirmeyi arzulamam bu medetsizliğin tezahürüdür. Kendini bilmeyen asma kütüğü üzerinden kendini bilmek, insan merkezci algının dışına çıkabilmekle mümkün. Yazarken, insan olmaktan çıkıyorum ben. Hiç olmazsa buna yelteniyorum.
-Türkçe kelimelerle bağınız oldukça güçlü… Sema Kaygusuz’un dışına mı çıkıyorsunuz?
Evet bazen Sema’yım, bazen değil. Her yoğun çalışma sonrasında kaslarım çok yoruluyor. Özellikle sırt ağrılarılarına dayanamıyorum. Fizyoterapist dostum Ertuğrul bedenime bakıp şöyle söyledi “Kendini yazma hareketinin heykeline dönüştürmüşsün.” Belki de tam da Ertuğrul’un dediği gibidir. Yazının bedeni olmak. Yazı kendini insan bedeniyle gerçekleştiriyor.
–Karaduygun kitabınızda yazının zamanla bağını hissettiriyorsunuz… Yazmak sizin için nereye ait?
Bence yazı, sadece okunduğu zamana aittir. Yazıldığı zaman çoktan ölmüştür.
-Bazen öykü bazen romanla karşımıza çıktınız, bir okur olarak bazen beni şaşırttınız bazen de SemaKaygusuz edebiyatın prensesi dedirttiniz… Öykü ve roman arasında geçişi nasıl yorumlarsınız?
Aman aman prenses, kraliçe, kutup yıldızı, kont mont… bunlar hep sömürgeci aritokrasiden kalma adlar. Şahsen bir sıfat talep etmediğimi buradan duyurayım. Türler arasında geçiş meselesi ise, emin olun öyle bir geçiş problemi yok. Elinizdeki malzeme ne ise ona yöneliyorsunuz. Malzemeniz diyalog ise yazar geriye çekliyor, anlatım sinematografikleşiyor. Malzeme düşün anlatıysa kahramanlar silikleşiyor… Biçimler sözün hacmine, derinliğine, tarihsel baplamına göre oluşuyor. Bu biraz farklı dillerde düş görebilmekle ilgili. Öykü okumayı sevdiğim için bazı kesitleri zaten öykü olarak görüyorum. Romanı çok sevdiğim için de bazı şeyleri de romanla düşünüyorum.
–İmgelerle aranız oldukça iyi… Kitaplarınızın adları bile bu imgeleri müjdeliyor bize… ‘Melonkolik’ misiniz?
Kimi zaman… Bilmiyorum. Çok da neşeliyimdir aynı zamanda. Sık kahkaha atarım. Kendimdeki ağırlığı ancak neşeyle kaldırabiliyorum yerinden. Özümdeki hüznün imgesi olsaydım yaşantı zor olabilirdi. Neşe bir çok şeyi örtüyor. Üstelik insanı güçlendiriyor da.
-Tabii bu soruyu sorarken de bugünün Türkiye’si aklıma geldi. Nefret, şiddet, isyan… O kadar çok şey yaşanırken yazı sizi sağıltıyor mu mesela?
Bakın, bugünkü Türkiye 1930’ların Almanyası. hepimiz şu anda gerçekten sınanıyoruz. Yalanla, iftirayla, korkunç bir medyayla sınanıyoruz. Adil olmayan bir savaşın içindeyiz. Sokakta insanlar ulu orta infaz ediliyor. 1990’ların Türkiyesi’nden daha korkunç, gözümüzün içine baka baka devlet şiddet uyguluyor. Devlet şiddeti, dünyanın en örgütlü ve en hukuksal şiddetidir. kendini koruyacak kanunlar üreterek şiddeti sürdürülebilir hale getirir. Böyle günlerde kişisel olarak benim en katlanamadığım duygu kötümserlik. Orta sınıf ümitsizliği! Başkaları canla başla çalışırken, insan hakları için çabalarken, hukuk ve demokrasi mücadelesi verirken sen kenara çekilip kahroluyorsan biz bunu gaflet sayarız. İnatla devam etmek, inatla sevmek, hayatı tutturmak, ne kadar acı ve utandırıcı olsa da gerçeğe göğüs gerebilmek gerekiyor. Bu topraklarda hiç kimsenin hayata küsme hakkı yoktur. Biri dünyaya küserse, öteki daha çabuk öldürülebilir hale geliyor. Üstelik, şu anda seyirci kaldığımız kötülük yüzyılın en büyük kötülüğü bence. Aynı şeyi Bosna için de düşünmüştüm. Hitlerin geçtiği, Kamboçya katliamının olduğu, Ermenilerin katlediği, Filistin’in işgal edildiği bir dünyaya doğmuşsan daha üstün bir ahlaka, büyük bir ibrete doğmuş olman lazım. Ama hala Hitler gibi düşünüyorsa birileri, onlar Hitlerden daha korkunçturlar.
–Barbarın Kahkası’na gelirsek, bireysel huzursuzluklardan toplumun kırılma noktalarına, aslında Türkiye’nin ruh haline dokunuyor… Bugün de bir ‘barbarın kahkası’nda savaşı yaşıyoruz… Böyle bir Türkiye’de umutsuzluğa kapılıyor musunuz?
Benim barbarım, sizin bildiğiniz barbarlardan değil. Devletin, egemenin, güç kullanmadan yaşayamayan iktidarın asimile etmeye çalıştığı bir üstün ruhtur. Avlanır ve acır. Sevişir ve terkeder. Tadar ve tükürür. Hayatta kalır. Dünyaya aşıktır. temas ettiği her şeye bir an için küsüp yeniden bağlanır. O kitaptaki kahkahanın ve barbarın ne mene bir şey olduğu zamanla ortaya çıkacak. Kitabın azıcık soğuması lazım.
GÜLŞEN İŞERİ // Not: Pencere dergisi için yapılan röportaj