‘AİHM kararı ile Alevilik meselesinin çözüleceğini düşünmek iyimserlik olur’

ROPÖRTAJ / PINAR TAN

Geçtiğimiz yıllarda ‘Alevi Kürtler’ kitabıyla dikkat çeken bir çalışmayı meraklılarıyla buluşturan Erdal Gezik, Alevilik tarihini, inançlarını, bu inançları besleyen mitleri ve bunlarla birlikte pek çok konuyu derinlemesine incelediği ‘Geçmiş ve Tarih Arasında Alevi Hafızasını Tanımlamak’ kitabını okurla buluşturdu. Gezik ile hem bir sözlü tarih çalışması olan kitabı hem de Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin Alevilere haklarının teslim edilmesi konusunda verdiği kritik kararı konuştuk.

Kitapta, yaşayan bir kültür olmasına karşın sözlü kültürün izlerini sürmenin güçlüklerini görüyoruz. Günümüz şartlarında sözlü geleneği korumak daha mı zor?

Bunu hem olumlu hem de olumsuz cevaplamak mümkün. Eskiden bu kültür bire bir buluşmalar aracılığıyla aktarılıyordu. Günümüzde ise sözel hafızayı aktarmak için televizyon, radyo, kitaplar, internet, festivaller gibi birden çok araç mevcut. Bu yüzden ilgi ve istek olduğunda bu kültürü daha fazla insana ulaştırmanın mümkün olabileceğini söyleyebilirim. Burada sorun olanaklarla ilgili değil, ilginin biçimlendirilmesiyle alakalı. Mesele, bu alana yönelmek, onun için zaman ayırmak, düşünsel bir zahmete girmekle ilgili. Ayrıca bu işin bir mikrofonu alıp karşılaştığınız bir Alevi yaşlısına “anlat bakalım” tarzının ötesinde olduğunun da bilincinde olmakla ilgili bir şey.

Peki, siz araştırmanızı nasıl bir yöntemle yaptınız? Yola nasıl çıktınız? Başlangıçta elinizde neler vardı?

Benimki biraz uzun ve dolambaçlı bir hikaye dersem yanlış olmaz. Ben Hollanda’da klasik bir tarih eğitimi aldım. Bu eğitim bana sözlü hafızanın önemi veya onu tarih bilimi açısından nasıl kullanmak gerektiğini öğretmedi. Fakat eğitim sonrası ilk röportajlarımı yapmaya başladığımda konuştuğum insanların anlattıklarında geçmişleriyle ilgili tarihin ötesinde bir şeyler olduğunu fark etmekte gecikmedim. Bu bilgiye ilgisiz kalmak için bin tane nedeniniz olabilir, ki bunu bilgi olarak bile nitelendirmeyebilirsiniz. Ben öyle yapmadım veya yapamadım, bir şekliyle o biçimsiz görünen hafıza benim ilgimi çekti. Kitabın seyrini belirleyen rivayetlerden birisi Kemah kalesi ile ilgili. Müthiş absürt bir kompozisyon. Toplam sekiz cümleden oluşuyor, ama içinde yok yok: Şah İsmail, İmam Rıza, İmam Cafer, pirler, Sırp prensesi ve gökten yağan yılanlar. Bu tür kurgular nasıl ve kimler tarafından oluşturuluyor, neden ihtiyaç duyuluyor ve neden unutulmuyor soruları her seferinde peşimi bırakmadı. Toplumsal hafızada iz sürmek garip bir şey. Bir hikaye başka bir hikayenin varlığına işaret ediyor, şu da olmalı diyor ve onu bulmayana kadar da rahat etmiyorsunuz. Keza, bir soru da diğer soruların kapısını zorluyor. Hikayeler ve sorular ancak bütünlük içinde anlam buluyor. Bu yüzden uzun yıllardır biriktirdiğim bu aktarımları ancak hepsi birlikte bir şeyler anlatmam için yeterli zemin sunuyor sonucuna vardığımda kitabı sonlandırmaya karar verdim.

Çalışmanızda mitlerin ve efsanelerin Alevilik inancı içinde önemli bir yer edindiğini de görüyoruz. Neden bu kadar önem kazanmış?

Mitleri kendi başına bağımsız bir kategori olarak değerlendirmemek gerekir. Onlar akşam sohbetlerini süsleyen bir başlık olmanın ötesinde bir yere sahip. Mitler, Alevilerin dinsel ve sosyal yapıları ile doğrudan alakalı; tarihe yaklaşımlarını, teolojik tercihlerini izah etmek ve gerektiğinde haklı çıkartmak gibi bir işlevi de yerine getiriyorlardı. Geçen yüzyıllara kadar grubun kitapla ilişkisinin de sınırlı olduğunu hesaba katarsak sözlü aktarımın da neden önemli olduğu kendiliğinden anlaşılır. Burada yalnızca bir kaç önemli mit, menkıbe veya söylenceden bahsetmiyoruz. Önemli başlıkların yanı sıra  yüzlerce küçük anlatılar da vardı. Ve büyük ihtimalle, örneğin 18. yüzyılda bile, en ücra köylere kadar yayılmışlardı. Şimdi bunların tümünü derlemeden büyük manzarayı görmemiz mümkün değil. Benim yapmaya çalıştığım biraz da bu oldu. Küçük hikayelerle kurulan ve yüzyıllarca ayakta tutulan bir binaya bakmak… Kitapta aktarılan ve analizinin yapıldığı derlemelerden birisi, Tanrı ve melek Cebrail arasında geçiyor. Tanrı, henüz işin başlangıcındayken Cebrail’den kusursuz bir bina yapmasını istiyor. Detayına girmeyeyim ama harika bir  seyire sahip bir anlatı bu. Bizim o mükemmel binayı görme şansımız yok, fakat o bina ile başlayan ve bize kadar ulaşan bir hafıza var.

Peki bahsettiğiniz bu hikayelerin pratikte yansımaları neler? Ne kadar ve nasıl yer tutuyor?

İki kuşak öncesine kadar olmazsa olmaz bir yeri vardı. 1950’lerden itibaren yaşanan şehirleşme ve buna paralel değişik nedenlerden ötürü gerçekleşen sekülerleşme, Aleviler için bu geleneği ve birikimi saf dışı bıraktı. Yerine ne geldi diye sorabilirsiniz. Maalesef bu birikime alternatif olacak ya da onu tamamlayan bir şey ortaya çıkmadı. Belki bu eksiklik kitaplarla doldurulmaya çalışıldı ama hiçbiri bu geleneğin yanına bile yanaşamadı diyebilirim.

“Aleviliğe yeni yeni bir ilgi var…”

Sünniler ya da Türkiye’deki diğer inanç grupları Aleviliği gerçek anlamda biliyorlar mı?

Görüldükleri ve kendilerini ifade ettikleri kadarıyla biliniyorlar.  Türkiye ilginç bir ülke. Yıllarca bir Alevi ile komşu olabilirsiniz, ama açıkça ona “sizin gelenekleriniz nedir” diye sormayabilirsiniz. İhtiyaç duymayabilirsiniz ya da tahminlerle yetinebilirsiniz. Bu neden kaynaklanıyor: güvensizlik, ilgisizlik veya farklılıklarla yüz yüze gelmek karşısında yaşanacak gerilimden mi? Aleviler açısından da sorunlar var. O da komşusuna kendi inancını gerçek ve sade kelimelerle ifade etmek yerine, soyut ve kendi varlığını özünde yadsıyan “çağdaş” ve “laik” gibi kavramları öne çıkartmakla yetiniyor. Peki ilişkinin bu boyutu nerden kaynaklanıyor: Korku, bilmemek veya anlaşılamama tedirginliğinden mi?

Peki sizin bununla ilgili yorumunuz nedir? Gerçekten, nereden kaynaklanıyor bu mesafe?

Muhakkak ki bu çok katmanlı bir sorun. Fakat bu önyargı ve tedirginlik halinin önemli bir ayağını geçmiş ve tarih bilgileri oluşturuyor. Bunların ne kadar yanlış veya doğru, haklı veya haksız olduğu tartışmasına girmeden, tarihsel önyargılar nasıl şekilleniyor ve nasıl aşılabilir sorularına cevap vermek gerekiyor. Batı Avrupa devletleri bunu akademik çalışmalar, müzeler, anıt mekanlar ve dayatmacı olmayan bir tarih eğitimini hedefleyerek cevaplamışlar. Herkesin bir hikayesi var ve bu eşit derecede kendisini ifade etme hakkına sahip olmalı. Türkiye gibi devletler ise bunu kendi tarih anlayışlarını dayatarak aşmaya çalışıyorlar. Hangisinin başarılı olduğunu somut yaşıyoruz. Devlet tarihçiliğinin şöyle bir aklı var: ben, diyor bu akıl, şu hikayeyi değiştirirsem veya bunun yerine yeni bir hikaye öğretirsem sorunlar aşılır, topluluklar arasında huzur sağlanır. Tarih, hafıza ve toplumlar arası ilişkilerin bu kadar basit olmadığı açık. Kemah kalesi meselesine yeniden dönelim. Tarihi Urartulara kadar giden ve en son Osmanlı-Safavi savaşlarında bir sorun olmuş bu kalenin ne kadar muhteşem olduğuna Evliya Çelebi tanıklık etmişti. Günümüzde ise harabeden başka bir şey değil. Şimdi, Kemah’ın sakinlerine bu kale hakkında sorsanız iki-üç cümlenin ötesine gidemezler. Oysa benim derlediğim rivayet sekiz gizemli cümleden oluşuyor. Ve, ne gariptir ki, Kemah kalesine yeniden ilgi göstermemizi sağlayan, kale hakkında yazılmış ciddi tarih kitapları veya onunla ilgili sarf edilen büyük laflar değil. Geçen yüzyıl boyunca modern aklın yok etmeye çalıştığı bir söylence!

O halde şunu da soralım, Aleviler ne kadar hakim kendi öz kültürlerine?

Bu “öz” meselesini bir kenara koyalım. Daha somut bir şeyi ifade edeyim. Benim çalışmamın sözlü kaynakları, geçen yirmi yıl içerisinde karşılaştığım, yetmiş yaş üzeri yaşlı kuşaklar ve bu yaşlılar yanında kalmış, büyümüş gençlerden oluşuyordu. Konuştuğum yaşlıların önemli bir bölümü ise artık aramızda değiller. Aslında durum biraz vahim. Son elli yılda şekillenen kuşaklar bu birikimden bihaberler veya ona karşı ilgisizler. Aleviliğe yeni yeni bir ilgi var; fakat bu da daha çok “Buyruk” türünden kitaplar ve deyişlerin ötesine geçememiştir.

Alevi camiasının da kendi içinde, örneğin Aleviliğin İslam içinde-dışında görülmesi gibi uzlaşmazlıkları var. Şu anda bu tartışmalar ne durumda?

Hak talepleri konusunda genel bir uzlaşı var. Kendi içlerinde ise inancın uygulamaları ile ilgili bir takım tartışmalar var. Bunlar olağan şeyler. Ayrıca politik tercihler arasında da farklılaşmalar var, ki bu da çeşitli sosyal ve toplumsal katmanları içinde barındıran bir grup için anlaşılır. Aleviliğin İslam içinde mi dışında mı olduğu tartışması da tarihsel olmaktan çok, bana, yaşanan politik gerilimlerin sonucu olarak ortaya çıkmış bir tartışma gibi geliyor.

“Türkiye değişikliklerle cevap vermek zorunda”

Geçtiğimiz haftalarda, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, 2010 yılında açılan davayı karara bağladı. Mahkeme, Türkiye’de Alevilerin din özgürlüğü haklarının ihlal edildiğine ve kendilerine dini planda ayrımcılık yapıldığına hükmetti. Böyle bir karar çıkmasını bekliyor muydunuz?

Yanlış bilmiyorsam uzun yıllardır süren bir dava. Herhalde taraflar da böyle bir karar çıkacağını biliyorlardı. Bu yüzden, kararın kendisinden çok, sonuçlarına bakmak gerekiyor. Şimdi onca yıl veya yüzyıldır çözülmemiş ve tarihsel, teolojik ve kurumsal bir karmaşa haline getirilmiş bir mesele, AİHM kararı vesilesiyle çözülecek mi? Bunun için çok iyimser olmak lazım.

Siz siyasi iktidarın bu kararı baz alarak bir şeyleri değiştireceğine inanıyor musunuz?

Kararın nihai olduğunu da hatırlarsak, Türkiye değişikliklerle cevap vermek zorunda. Sanırım böyle bir hazırlık da var. Fakat görünen o ki, bu değişiklikler, sorunu “öz”ünden ve “tarafsızlık” ilkesine dayanarak çözmek yerine, ara formüller ve yorumlarla idare etme türünden olacak. Bu yüzden, meselenin daha karmaşık bir hal alacağını söylemek, yanlış bir beklenti olmasa gerek.

www.yenihayatgazetesi.com

 

alevi-hafizasini-tanimlamak

EN SON EKLENENLER