Türk ordusunun darbeci geleneği

MEHMET ŞEKER

Türk Ordusu (TO)’nun en belirgin özelliği darbeciliğidir. Türkiye’deki darbelerin tümünde TO’nun imzası bulunmaktadır. Sivil görünümlü darbeler de TO’nun bilgisi ve dahli olmadan olmamıştır. Elbetteki TO’nun bütün fertlerini kastetmiyorum. Ama belirleyici olan TO’nun emir-komuta ilişkisi çerçevesinde gösterdiği duruşudur. Bu anlamda rahatlıkla diyebiliriz ki, bugün sergilenen darbe ortamında da darbe yapan ve engellemeye çalışan askeri kesimler yine aynı kuralı bozmamış ve reflekslerini TO’nun eylem geleneğine uygun olarak ortaya koymuştur.

Cumhuriyet Tarihi boyunca darbelerden zarar gören kitlelerin darbe karşıtı bir tavır sergilemesi doğaldır. Kitleler bu tecrübeyi bizzat yaşayarak edindiler. Hangi söylem ve gerekçelerle gelirse gelsin, darbelerin belli bir iç-dış çıkar zümresinin dışında hiç kimseye bir yararı olmaz. Bu seferki darbe karşıtı refleks de ayrıca detaylı bir araştırma ve analize muhtaçtır. Ancak bu karşı refleksin son derece olumlu bir yanını teslim etmek gerekir. Şimdiye kadar olduğu gibi darbe ve darbecilere teslim olma anlayışı tamamen sarsılmış, kitleler cesaret kazanmıştır. 14 yıllık hükümeti süresince kendisini hiçbir şekilde güvencede hissetmeyen AKP-Hükümeti, iktidar olabilmek için belli bir güce dayanma gereksinimi duymuş ve bunun arayışı içine girmiştir. Bu nedenle Gülen Hareketinin palazlanıp örgütlenmesinin gelişmesine ortaklığının gereği olarak çanak tutmuştur. Gülen ile çıkarlarının çatıştığı noktada yeniden orduya yaklaşmış, polis teşkilatında hızlı bir temizlik hareketi ile özel güvenlik birimlerinin kurulmasını hızlandırarak Gülen Cemaati’nin buradaki etkinliğine karşı tedbir almıştır. Bugünkü atmosferden geriye bakıldığında olumlu bir faaliyetmiş gibi görülen bu ’’tedbir’’ neticesinde görevlendirilen emniyet mensuplarının halkın en doğal demokratik istemleri karşısında ne kadar acımasız ve düşmanca bir tavır sergiledikleri unutamayacağımız örneklerle doludur. Erdoğan’ın özellikle de Gezi-sürecinde, ’’%50’yi zor tutuyorum’’ sözünün bir provası ve dinin siyasete nasıl alet edildiğini okunan selalardan görmüş olduk. Selalar vererek katliama uğratılan Alevi toplumunun bir ferdi olarak her sela sesini duyduğumda, ’’Acaba şimdi kimleri katledecekler?’’ diye dehşete düşmüşümdür. Daha önce ’’PKK’lı teröristlerin cenaze namazı kılınmaz’’ diye verilen fetvaların aslında sisteme ve gidişata karşı olan herkes için geçerli olduğunu da öğrenmiş olduk. Bununla da yetinilmedi ölüye bile hakaret edilerek ’’Hainler Mezarlığı’’ devreye sokuldu. Toplum psikolojisiyle hareket eden kitlelerin darbecilere karşı tetikte olması, sivil yönetimden yana tavır koyması elbette olumlu bir tavırdır. En azından darbecilere etkin bir mesaj verilmiştir. Ama bunun karşılığı ’’İdamın tekrar getirilmesi’’ ya da ’’Hainler Mezarlığı’’ olamaz ve olmamalıdır. Siyaset uğruna toplumsal değerlerle oynamak ateşle oynamaktır. Bu kalkışma ve karşı tedbirin ideolojik arka planı ayrı bir yazı ve tartışma konusudur. Ölçümüzün demokratik öz ve prensipler olması gerekir. Aksi halde telaffisi zor hatalar yapmak kaçınılmaz olur.

TO’NUN ESAS GÖREVİ

Bir ülke ordusunun temel görevi ülkeyi dış saldırı ve düşmanlara karşı korumaktır. Ancak TC her ne kadar bu söylemi sürekli tekrarlayıp dursa da, bu sadece yanıltmaya yönelik bir işlev görmekten ileriye gidememiştir. Kuruluşundan beri TC’de ordunun temel görevi iç muhalefeti bastırmak üzere dizayn edilmiştir. Ordunun bugüne kadarki katliam ve saldırılarına bakıldığında hepsinin iç muhalefeti bastırmaya yönelik olduğunu görmekteyiz. Koçgiri, Zilan, Ağrı, Dersim katliamları, 1961, 1971, 1980 ve sonraki darbe girişimleri bunların başında gelir. 1 Mayıs Taksim, Malatya, Maraş, Çorum, Sivas, Sivas, Gazi vb. katliamların tümü TC’nin bizzat dahli ya da teşvik ve göz yummasıyla gerçekleştirilmiş ve her seferinde de esas itibariyle sol muhalefeti bastırmaya, yok etmeye yönelmiştir. (IŞİD’in yaptığı katliamların üstündeki koruyucu perde aralandıkça daha çok bilgi ve veriye ulaşılacaktır.) Sivil görünümlü seçimlerin yapılabildiği zamanlarda da TO sürekli siyasetin içerisinde olmuş ve aktif müdahalede bulunmuştur. Askerler tarafından yapılan müdahalelerin yöntemi de askeri olmuş ve şiddet içermiştir. Başka bir deyişle, yaşadığımız günlerdeki şiddet ortamının nedeni, sistemin bir türlü sivilleşememiş olmasıdır. Siyasiler vitrini süslemiş ama sistemin gidişatını askerlerin baş rolü oynadığı DERİN DEVLET belirlemiştir. Milli Güvenlik Kurulu toplantılarının her toplantısında değişmeyen bir özellik vardır. Toplantıya gelen her askerin önünde kocaman bir dosya duruyorken, sivil siyasetçiler misafir-seyirciler gibi oturmaktadır. Bugün günah keçisi olarak ortaya sürülen ve her kötülüğün nedeni olarak sunulan Fethulah Gülen de dahil, devletin içine dini akımların sızmasını sağlayan yine bu derin devlet olmuştur. Gelişmekte olan devrim-demokrasi mücadelesini bastırmak için ABD’nin Yeşil Kuşak politikasına uygun olarak dinci kesimler alabildiğine desteklenmiş ve kadrolaşmaları sağlanmıştır. 1980 darbesinin asker kadroları din derslerini zorunlu hale getirerek dinci kadroların devlete sızmasını bizzat sağlamışlardır. Kontrolu elden kaçırmayacaklarını sanan silahlı kesimler giderek bu dinci akımlar tarafından ablukaya alınmış ve ortak çıkarlar noktasında işbirlikler doğmuştur. Bugün yapılan darbe silahlı kuvvetlerin sadece bir kesimi tarafından değil, tüm emir-komuta zincirinin bilgisi dahilinde olmuştur. Komuta kademesi beklemede kalmış ve darbenin gelişme çizgisine göre taraf belirleme yoluna gitmiştir. Zamanla bunu daha da iyi anlayacağımızı sanıyorum. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ’’Dereyi geçerken at değiştirilmez’’ söylemi buna işaret etmektedir. Bütün dizginleri eline henüz alamıyan hükümetin koalisyon yapmak dışında başka çaresi de yok zaten. Askeri garnizonların etrafının belediye iş makinalarıyla tutulması ve Başbakan’ın ’’Tüm askeri garnizonları yerleşim merkezlerinin dışına taşıyacağız’’ yollu açıklamaları ile Erdoğan’ın Genel Kurmay Başkanlığı ve MİT’i kendisine bağlama istekleri olası başka bir darbeye karşı duyulan tedirginliğin ifadesidir.

Darbe yapanların ’’Hain, darbeci teröristler’’ olmaları dışında onların ideolojik arka planları hakkında bilinçli olarak hemen hemen hiçbir açıklama yapılmamaktadır. Mahkeme safhasında da görüleceği gibi darbeyi yapan askerler ile karşı duranlar arasındaki esas tartışmanın Kemalizm konusunda geçeceği kesin. Her kesim de kendisinin esas Kemalist olduğundan dem vuracaktır. Mustafa Kemal Atatürk’e zamanında ’’Veled-i Zina’’ diyen bir anlayışın mensupları, başı sıkıştığında AKP binalarını metreler büyüklüğündeki Atatürk resimleriyle donatmışlardır. Burada sergilenen tavır olası bir restleşmede bu işte ben de varım demek içindir. Darbe karşıtları bu ’’Hain, darbeci teröristlerin’’ dindar-şeriatçı olduklarını, ’’Demokratik Cumhuriyet’’in yerine dini kuralları esas alan bir sistem inşa etmek istediklerini söyleyememektedirler. Çünkü gerçekler başka. Mesele aynı yerden beslenen iki kesimin iç-dış ittifaklarıyla birlikte devlet olanaklarını kendi lehine kullanma arzusudur. Ergenekon sürecinde başlatılan yargılamalar döneminden bu yana yapılan tüm hesaplaşmalar darbecilerin kendi aralarındaki hesaplaşma olarak ortaya çıkmakta ve her iki kesim de Kemalisttir. Çünkü hiçbir askeri cunta Kemalizm’i ve Atatürk’ü yadsıyarak iktidarda kalamaz ve darbe yapmağa da yönelmez. TO’na başka bir ideolojik altyapı ile yaklaşan bir yönetimin de TO’nun desteğini alması en azından şimdilik olanaksızdır. 2000’li yıllardan bu yana izlendiğinde görülecektir ki, devlet içindeki bu sızma/süzme faaliyetinin teşvik, destekçi ve suç ortağının AKP’nin bizzat kendisi olduğu görülecektir. Gülen Hareketi esasen 70’li yıllardan bu yana bizzat devlet yöneticileri tarafından desteklenerek dünya ve Türkiye’de palazlanarak büyüyüp gelişmesi sağlanmıştır. Bu büyüme ve nüfuz sayesinde Gülen Hareketi ABD gibi bir süper güç tarafından muhatap olarak kabul ve müsamaha görmüştür. Ya da ABD tarafından ortaya sürülen bu hareket Türkiye’de bizzat devlet erkanı tarafından kabul ve destek görerek gelişip büyümesine olanak sağlanmıştır. Her iki halde de devletin müsamaha ve kollaması esas olmuştur. AKP-Fethullah Gülen ortaklığındaki çatlakların büyümesi neticesinde devlet içindeki destekleri giderek azalan AKP, Gülen Hareketine kaptırdığı silahlı desteğin tehtidini dengelemek amacıyla Ergenekon ve diğer davalardan yargılanan askerleri seri bir şekilde serbest bırakıp koalisyon yapmıştır. Böylece askeri vesayet siyasetin her iki kampı üzerinde yeniden tahakküm kurmaya başlamıştır. Bunu en açık biçimde Doğu Perinçek, ’’Şu anda bizim konseptimiz uygulanmaktadır’’ sözleriyle dile getirdi. İçlerinde Veli Küçük benzeri askerlerin de bulunduğu kesim yargılanırken Kürt siyasal hareketi ve destekçilerine karşı 35 yıldır sürdürülen savaşta ve toplumsal olaylardaki suçları asla gündeme gelmemiş, sadece darbecilikleri konu edilmiştir. Her ne hikmet ise askerlerin birbirlerine karşı Kemalizm konusundaki sessizliği ile AKP-Gülen kapışmasında, her iki kampın din istismarlığı konusundaki sessizliği yöntem itibariyle birbirine tıpa tıp uymaktadır.

Başta Sosyal Demokratlar olmak üzere, siyasi partilerin de devletin askeri geleneğine teslim olması, sistemin demokratikleşmesinin önünde önemli bir engel teşkil etmiş, kitlelerin ’’Şeriatın kestiği parmak acımaz’’anlayışıyla devlete kul edilmesi sağlanmıştır. Devletin esas niteliğini kavramayan kitleler kendilerine yakın partileri desteklemek suretiyle demokratik görevlerini yerine getirdiklerine inanıp bununla yetinmiş ve seçtikleri partilerin pratiklerini sorgulamamışlardır. Bunun en acı tecrübesini de başta Kürt Halkı olmak üzere Aleviler ve diğer muhalif kesimler yaşamıştır. Dini ve feodal geleneklerin desteklendiği Ağa-Din-Devlet ilişkisiyle Kürtler, Cumhuriyet ve laiklik yalanıyla Aleviler ve diğer muhalif kesimler sürekli olarak aldatılmıştır. Bir taraftan Diyanet İşleri Başkanlığı aracılığıyla yapılan din istismarıyla dindar kesimler denetim altına alınıyorken, Alevilere de bir taraftan ’’Şeriat gelir’’ korkusu yaymak suretiyle yıllarca aldatırken diğer taraftan da Türk-İslam-Sentezi çerçevesinde kapsamlı asmile faaliyeti yürütüldü. Alevilere dayatılan katliamların CHP-anlayışının iktidarda olduğu dönemlerde olması asla rastlantı değildir. CHP’ne rağmen gündem değiştirmek amacıyla ’’Katli vacip, malı helal’’ Aleviler her defasında hedef kitle olarak seçilmiştir. Ne de olsa toplumumuz bu ’’kafirlere’’ reva görülen katliamlara sessiz kalacaktı ve öyle de oldu. Derin Devlet’in marifeti ve desteğiyle yapılan katliamlara ilişkin elinde resmi belgeler bulunmasına rağmen, kendi seçmen kitlesine reva görülen bu katliamlara sessiz kalan CHP, devlet ya da kitleler söz konusu olduğunda, her fırsatta kurmasıyla övündüğü devletinden yana tavır almıştır. Bu anlayış ne yazık ki kendisini seçen tabanı tarafından henüz yeteri kadar anlaşılamamış ve sorgulanamamıştır. AKP-MHP ve öncüllerinin duruşları zaten biliniyorken, CHP’nin özellikle sola yönelmiş idamlara verdiği yeteri sayıdaki milletvekilinin onayı (DENİZ-YUSUF-HÜSEYİN), Kürtleri hedef alan sınırötesi operasyonlara verdiği destek ile temelde Kürt milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılmasına ilişkin, ’’Anayasaya aykırı olduğunu bildiğimiz halde destek vereceğiz’’ tutumu ve şimdi sergilenen ’’Vatan-Millet-Sakarya’’ duruşu asla Erdoğan’a biat ya da teslim olmakla anlatılamaz. Düne kadar Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı en sert biçimde suçlayan Kılıçdaroğlu’nun gerekçesi başkadır. Bu tavır değişikliği, devletin yanında imajı sarsılan TO’nun kurtarılmasına yönelik yapılan telkinler nedeniyledir. Ancak artık CHP içerisinde bile devlet ve ordudan gelen direktifleri birebir uygulama olanağı bulumamakta ve CHP’nin devlet-ordu hayranlığı da giderek içerisindeki devrimci-demokrat unsurlar tarafından deşifre edilmektedir.

Neredeyse bir asıra varan Cumhuriyet Tarihi’nde hala değişmeyen bazı gerçekler vardır. Bunlar, tekçi zihniyeti öne çıkaran katliamcı, halk düşmanı devlet yapılanması ve sistemin sivilleşerek demokratikleşememesidir. Tarih boyunca TO Cumhuriyetin kurucusu ve bekçisi olarak lanse edilmiş ve buna bağlı olarak TO da kendisini bu ülkenin yegane bekçisi ve sahibi olarak görmüştür. Böyle olunca da, insanların tehlike anında gözünü elinde silah tutan TO’ya dikmesi de bir gelenek haline gelmiştir. Bu nedenledir ki, özellikle 2000’li yıllara kadar uygulamaya sokulan her darbede ilk başta TO kurtarıcı olarak algılanmış ve darbeciler kayda değer herhangi bir tepki ile karşılaşmamıştır. İbrahim Kaypakkaya’ya gelinceye kadar, (mealen, TO öz itibariyle halk düşmanı bir işlevle emekçi kitleler üzerindeki devlet baskısının temel unsurudur.) Türkiye’deki sol gelenek te TO’nun devletin sahibi ve bekçisi olduğu anlayışına uygun hareket etmiştir. 1980 darbesi sonrasında daha da gelişen Kürt Siyasal Hareketi bu darbeci anlayışa en büyük zararı vererek TO’nun imajını büyük hasara uğratmıştır.
Kürt yerleşim alanlarında yaşayan kendi vatandaşlarını uçak, tank, top ve tüfekle yerle bir eden bir orduya sivil siyasetçilerin istedikleri az sayıdaki hallerde de laf geçirememesi ordunun bu sahiplik anlayışı ve bunun diğer kesimler tarafından da böyle kabullenmesinden dolayıdır. Bu katliamlara yeteri derecede tepki gösterilebilseydi ne sivil ve ne de askeri darbelerin hiçbir şansı olamazdı. Bu durum bilince çıkarılamadığı sürece darbeleri önlemenin hiçbir imkanı yoktur. Bugün değil ise yarın, ama mutlaka yeniden darbeler gündeme gelir. Darbeleri önlemenin tek yolu halka karşı düşmanca refleks gösteren silahlı güçlerin siyasetin dışına çıkarılarak asli görevi olan ülke savunmasına yoğunlaşması ve sistemin demokratikleştirilmesidir. Demokratik ülke anayasaları devlet karşısında fert ve toplumun haklarını güvenceye alıyorken, TC anayasası toplum karşısında devleti koruma altına almaktadır. Devletin çıkarlarını sağlamak amacıyla halkın bir kesiminin hassasiyetleri istismar edilerek başka kesimlere karşı saldırı aracı olarak kullanılmakta ve toplumun değişik kesimlerinin birbiriyle kaynaşıp barışçı bir şekilde bir arada yaşaması engellenmektedir. Bu gibi olay ve katliamlarda kullanılan kesimler açıkça korunmakta ve ödüllendirilmekte, var olan önyargılar beslenerek büyütülmekte ve düşman resimlerin oluşmasına katkı sunulmaktadır. Halkın aydınlatılması konusunda çalışmalar yürüten aydınlar acımasız bir şekilde etnik-inançsal kimliğine bakılmaksızın infaz edilmekte, ’’Devletin bekası için 1000 eylem’’ yapmaktan çekinilmemektedir (Mehmet Ağar). Başta Kürt sorunu olmak üzere Alevilere ve diğer muhalif kesimlere uygulanan düşmanca tavıra karşı tek çare demokratikleşmedir. Elinde tüfek bulunduranlar ’’ev sahibi’’ ve onların dışında kalan herkes ise ’’hırsız’’ muamelesi görmektedir. Yani kısacası, ’’Ülkeye komünizm de gelecekse’’, bu kesim tarafından getirilmelidir! Bugün başlatılan sivil darbeye karşı yükseltilen sesin ne kadar cılız olduğu ortada. ’’Temizlik yapıyoruz’’ diyenlere, ’’Bu sızma/süzme oluyorken siz neler yapıyordunuz, yaptığınız methiyeleri kime, ne için diziyordunuz? ’’ diyen az insan var. Kimin elinin kimin cebinde olduğun belli değil! Darbeye ilişkin veriler ortaya çıktıkça daha çok, ’’Bu da olur mu?’’ diyeceğimiz kesin. Bizden her söylenen söze inanmamız istenmektedir. Halbuki ortam, her söyleneni defalarca tartıp ölçmek ve şüpheciliği asla elden bırakmama zamanıdır. TV’lerde Erdoğan demokrasi mücadelesinin baş komutanı olarak sunulmakta ve dünden bugüne değiştiğine inanmamız istenmektedir.
’’Vatan-Millet-Sakarya-Kardeşlik’’ nutuklarının bolca atıldığı ve baş düşmanın da ’’bilindiği!’’ bir süreçten geçmekteyiz. Fazla yoruma girmeden, devleti yöneten ’’Vatanseverlere’’ aklımıza gelen birkaç soru soralım.

35 yıldan bu yana sürmekte olan bir savaşta 50 bin civarında Türk-Kürt, silahlı, silahsız insan yaşamdan koparıldı. 17.000 faili meçhul(!) cinayet üzerindeki perde aralanmış değil. Bu engelleme kararları ile KCK-davaları olarak gündeme getirilen ve on binlerce Kürt siyasetçiyi uzun yıllara varan cezalara çarptıran mahkeme kararlarının altında bugünkü ’’Terörist, vatan haini darbecilerin’’ imzaları var. Bunlar hain ise verilen kararların hukuki değeri ne olur? Roboski katliamı da bu ’’Terörist, vatan haini darbecilerin’’ işi miydi? Kürt yerleşim alanlarını yerle bir edenlerden birçoğu yine bu ’’Terörist, vatan haini darbecilerin’’ içinde yer almaktadır. Bunun sizce tatmin edici cevabı nedir? Bu ’’Terörist, vatan haini darbecilerin’’ çoğu Kürt yerleşim alanlarına yönelik yürütülen savaşta ’’Vatansever, şanlı Türk askeri’’ idi. Ancak bugün bunların esasen ’’Terörist, vatan haini darbeciler’’ olduğu anlaşılmıştır. Bu konuya açıklık getirme arzu ve isteğiniz var mı? Kürt sorununa ilişkin duruşunuzda bir değişiklik oldu ya da olacak mı?
Erdoğan-Gülen-İşbirliğiyle kurdurttuğunuz çakma Alevi derneklerini elinizle koymuş gibi hemen bir kararla kapattınız. Alevilere bir açıklama ihtiyacı duyuyor musunuz? İzzetin Doğan-Fethullah Gülen ve Bakanlık düzeyindeki işbirliğiniz neticesinde gündeme getirdiğiniz Cemevi-Cami projenizin eksilen ayağının yerini nasıl dolduracaksınız, ya da orada da yine Gülen’in oyununa mı geldiniz?
Rus askeri uçağını düşürdüğünüzde, Başbakan Ahmet Davutoğlu, ’’Emri kendim bizzat verdim, şimdi olsa yine emir veririm’’, demişti. İki pilotu tutuklattınız. Ülkeyi Rusya ile savaş ortamına bu iki pilot mu soktu, yoksa o işte mi Fethullah Gülen’nin marifeti? Size rağmen bu işler nasıl oldu? Bütün bunlara inanmamızı mi istiyorsunuz?

Bundan sonra neler olur sorusu hepimizi meşgul eden temel bir konudur. Henüz elimizde yeteri kadar bilgi bulunmamakla birlikte legal siyasetin bugüne kadarki uygulamalarına bakıldığında bazı şeyler söylemek mümkündür.
Dört olasılıktan söz edilebilir.

  • Darbenin bastırılması Erdoğan’ın elini güçlendirmiş Erdoğan, hızla başlattığı tüm muhaliflerin bertaraf edileceği temizlik hareketini geliştirerek, parlamenter sistemi de devre dışı bırakacak tek kişi sultasına yönelebilir. Ne de olsa elinde, denetlediği bir polis gücü ile kendi tabiriyle ’’%50’’si var. Bu politikayı zorlayıp ortamı germesi halinde ülkeyi iç savaşa kadar götürebilir.
  • Şu anda sürdürülmekte olan TO-Erdoğan koalisyonunda TO inisyatifi ele geçirip, devlete sızan/süzme dinci-şeriatçı unsurların temizlenmesini Erdoğan eliyle gerçekleştirir ve Türkiye’de sarsılan Kemalist devlet ideolojisini tekrar hakim kı Bir iki örnek vermek gerekirse; İsrail ile yapılan stratejik anlaşmaların altında İsrail karşıtlığı ile bilinen Başbakan Necmettin Erbakan’ın imzası var. Onun Başbakanlığı döneminde çok sayıda Kur’an Kursunun kapatıldığı hatırlardadır. Kendi iktidarında MHP’nin boy hedefi olan Ecevit’e MHP ile koalisyon kurdurtulmuştur. Her fırsatta Kürt siyasi hareketine düşmanlığıyla övünen MHP’nin iktidarda olduğu bir süreçte Abdullah Öcalan’ın idamı ertelenmiştir. Bu örnekleri çoğaltmak mümkün. Kural olarak denebilir ki, ’’İti öldürene sürütürler!’’.
    Bu olasılığın seçime kadar sürdürülmesi neticesinde CHP-MHP tarafından desteklenen silahlı güçlerin de müdahalesiyle seçim galibinin CHP olması da mümkündür. Dış destekleri azalmış, Batıya sırtını dönmüş bir AKP yerine CHP’nin desteklenmesi kuvvetli bir ihtimaldir.
  • Yukarıda saydığımız her iki olasılığın da sağlıklı bir ortam yaratması mümkün değ Cumhuriyetin ilanından bu yana uygulana gelen devlet politikasının bir barış ortamı yaratarak ülkeyi demokratikleştirmediği ortada. Aynı anti demokratik tekçi devlet zihniyetinin yeniden uygulamaya sokulması bir yarar getirmez. Halkın tüm sınıf ve tabakalarının bizzat müdahil olduğu köklü bir sistem değişikliğinin anayasal güvence altına alınması gerekir. Bunun gereği olarak ta her etnik ve inanç kesimi mensuplarının kendisini huzurlu, hakları yasalarca güvence altına alınmış eşit vatandaşlar olarak hissettiği bir ortam yaratılmalıdır. İstenmesi halinde, darbe sonrası olumlu hava bunun için fırsata dönüştürülebilir. Temel sorunların başında gelen Kürt sorununun barışçıl bir yöntemle çözülmesi için de olumlu koşulların oluşturulabilir. En büyük avantaj, bugüne kadar sadece gerektiğinde gündeme gelen AKP-CHP-MHP birlikteliğinin kitleler nezdinde vicahiye dönmüş olmasıdır. Ülkeye barış getirilmek isteniyorsa dışlanmayan bir HDP ile birlikte gerekli çözüm önerilerini halkın gündemine taşıyarak özgür bir tartışma ortamı sağlanmalıdır. Ortadoğu’da esen değişim rüzgarları herkesi etkilemektedir. Kürt halkının bundan böyle hiçbir şekilde kendisine dayatılacak bir statüsüzlüğü kabul etmesi mümkün değildir. Bu sorun her ülkenin artık kendi iç sorunu olmaktan da çoktan çıkmış bulunuyor.
    Barışçıl bir politikanın uygulanması halinde başta halklar olmak üzere politikacıların da yarar sağlayacağı aşikardır ve böylece de demokratik, laik bir sistemin gelişmesine olanak sağlanabilir.
    Böylesi bir olasılık mümkün mü sorusuna vereceğim cevap, AKP-CHP-MHP’nin bugüne kadar özellikle de Kürt sorunu karşısındaki duruşlarıyla sergilediği politikalarına bakıldığında, ne yazık ki kesin bir ’’HAYIR’’dır. Bu üç devletçi partinin kendi ideolojik duruşlarını inkar ederek bugünden yarına demokrasi havarisi kesileceğine inanmak ’’Olmayacak duaya Amin demek’’ten öteye bir anlam taşımaz.
  • Son bir olasılık ise, sisteme entegre olmuş bir HDP’nin ’’Devleti kurtarma’’ hevesine kapılarak sınırlı da olsa elde ettiği muhalif potansiyeli heder etmesi ya da dayandığı kitle potansiyelini geliştirmek amacıyla toplumu aktif mücadelenin içine çekerek sokağın yaptırım gücünü geliş Bu tarz siyaset demokrat unsurların toparlanmasını sağlayabilir. Bekleyip göreceğiz.

Sistem demokratikleştirilmeden sorunların üstesinden gelme olanağı yoktur.

31.7.2016

EN SON EKLENENLER