Gazok Salman

Uykuda yapışmış gözlerini ellerinin tersiyle ovuşturarak yekinen orakçılar dünün yorgunluğu ile yola koyuldular. Ay, göğün ortasına yapışmış gibi tepelerinde, böcekler yırtınırcasına çığlık çığlığa, kuşlar cilve yapar gibi ayaklarına dalıp yükseliyorlar, kavallar gecenin hüznünü ünlüyorlar ve kouyunların çan sesleri… Orakçılar tüm bu olup bitenlerin farkında değillermiş gibi ha bire yürüyorlar, telaşları gün ışımadan orak başında olmak.

Güneş tepelerin ucunda burnunu göstermek üzere, gölgeler upuzun. Orakçılar altın sarısı gölün kıyısında, ellerinde yarım daire orakları; birazdan geçimlik için sallayacaklar.
Orakçıların ekmekleri peşi sıra gelirdi. Kuşluk vakti yaklaştı mı gözler köy tarafının gediğini tarardı. Beklenen göründü mü gedikte eğilip doğrulan bellere vuran yorgunluk unutuluyordu.
Saydoların Köro, dokuz-on yaşlarında, dört orakçı kardeşin en küçüğü, gözleri kırpık kırpık, ellerini siper etmeden bakamiyor. Bundan olsa gerek köyde ‘‘Köro’’ olarak lakap almıştı. Köro geçen yıl başlamıştı orakçıların ekmeğini götürmeye, bu yıl yine orakçıların peşinde. Köro Boz eşeğin sırtında, Boz eşek alışkın yolu biliyor, Köro deneyimli düşmeyecek, bu gidişte bir korkusu yok. Korku Deli Salman.

Deli salman, her yıl orağa girileceği günlerde gelirdi köye. Ceyhan’ın Kızıldere’sinden geldiği söylenirdi. Deli Salman saç-sakal karışık, uzun boyu ve iri göbeğiyle ayak bileklerine kadar inen beyaz entarisinin içinde yürüyen beyaz bir heykele benziyordu. Nasırdan duyarsızlaşmış yalın ayakları ile halıya basar gibi rahat ve ağır ağır yürürdü. Gelişi uzaklardan bile belli olurdu. Çocuklar böyle birini ilk kez görüyorlardı. Kimine göre Deli Salman bir ermişti.

‘‘Delidir ne yapsa yeridir’’ özdeyişi Salman’da ısırmakla belirmişti. Kızdı mı yakaladığını koparırcasına ısırırdı. Bundan ötürü ‘‘Gazok Salman’’ olarak ünlanmıştı.
Gazak Salman daha çok orakçılara yakın eğleşirdi; biliyordu orakçıların onu aç bırakmayacağını, orakçılarda paylaşırdı azığını Gazok’la.
Köro Boz eşeğiyle orakçıların yolunda. Lakin Gazok beyninde; köyden uzaklaştıça korku yavaş yavaş bedenini sarıyordu. Gazok, her an bir kayanın gölgeliğinde fırlayıp önüne çıkabilirdi. Tüm kayalar gözlerinin içinde, sesi boğazında düğümlü, bağırmak istese bağıramayacak, yüreği göğsünde fırlayacak gibi, saçları diken diken. Bedenini saran korku değil sanki kara yılan. Korku orakçılara yakın böyle devam ederdi. Köro, orakçılara yaklaştığında derin bir nefes alır, bedeni yavaş yavaş gevşer ve hafiften hafife kekeleyerek başlardı anlamsız ezgiler mırıldanmaya. Isırılmaktan kurtulmuştu.

Orakçılar kuşluğa oturmanın keyfiyle takılıyorlardı Köro’ya:
-Geciktin Gazokla mı boğuştun ?
Köro ısırılmaktan kurtulmanın coşkusuyla
-Hayır, uğruma çıkmadı.

**

Güneş, tüm bir yaz boyunca toprağı kavurmaktan yorulmuştu. Sonbahar yazı öteleyerek yavaş yavaş kendini gösteriyordu. Köyün harman yeri sarı dairelerle doluydu. Orakçıların telaşı sona ermişti. Sarı gölden derlenen geçimlik harmanın orta yerindeydi. Orakçıların büyüğü Raşo, minik bir piremidi andıran çeç’e baktı baktı kendisinin ve cümle ev halkının sırtından geçen bütün bir yılın eziyetini anıladı ve sonra yüzünü saran kaygıyı gizlemeden güç anlaşılır bir sesle ‘‘yetmeyecek’’ dedi.

Raşo, umudunu yetirmişti. Kendisni doğran toprak doyurmuyordu, belli ki gelecekte de doyurmayacaktı. Artık dirlik el kapılarındaydı. Raşo vurdu dengini sırtına, peşinde on aylık karısı Bese… Şimdi el kapıları onları bekliyordu, onlarda kendilerini köyden ayıracak kamyonu.

Kırmızı burunlu kamyon, yokuşu tırmanırken yorulmuş gibi hırlaya hırlaya durdu. Raşo çalaca dengini fırlatı komyonun içine ve peşinden kendisi. Sonra elinden tutarak Naze’yi çekti. Naze yüzünkoyun uzanıverdi komyonun içine. Kamyonda inekler ve insanlar… Tanrının gözüne değmeyen insanlar… Tanrının çilesine düğümlenen insanlar… Toprakla güneş arasında aç kalan insanlar… Kaderini kırmaya çabalayan insanlar… Beş on, belki daha fazla… Kadınlar, erekler ve çocuklar… İnek bokları ile insan kusmukları ayaklar altında, kokuları genizlerde … Oturmak istiyorlar, oturamıyorlar. Ayakta yan yana birbirilerine tutunarak dengelerini tutmaya çalışıyorlar. Kamyon süratleniyor, evler, tepeler, tarlalar ve anılar bir bir geride kalıyor. Tırnak etten ayrılıyor! Güneş bu insanlık dramına daha fazla dayanamayıp karşı dağın ardına yuvarlaniyor. Güneşin yerini alan ay, kamyonla bir süre yarıştıktan sonra dayanamayıp o da Toroslar’ın ardına yuvarlaniyor. Kamyon Gavur Dağlarının eteğinde Çukurovay’a varmak için son sabrını harcıyor. Güneş, dramın bittiğine aldanıp tekrar insanlara, Ceyhan’a , Ceyhan’ın ak pamuklarına ve ak hayallara el sallıyor. Sonra emeği bekleyen pamuklar… Kozalağı kavrayacak eller… Pamuktan dağ yapacak eller, dağı iplik, ipliği çarşaf, çarşafı omuzda satacak eller…

Terden kirlenmiş şapkası, yakasız gömleği, yer yer sökük çeketi ve böl görünen şalvarının içinde Yoğurtçu Hamit, kısa boyu, dudaklarını örten kırlalaşmış kaba bıyıkları ve avuç büyüklüğündeki kulaklarıyla daha çok bir tekke hizmetkarına benziyordu. Hamit, belkide bektaşiliğe aşırı inancından böyle giyinmeyi yeğlemişti. İsmet Paşaya benzerliği de bir başka özelliğiydi. Malatya’nın Akçadağ’ından gelip Ceyhan’ın Kızıldere köyüne damat olmuştu. Kızldere’nin ünlü yoğurdunu Ceyhan’da sadece o satıyordu. Asık görünen suretinin altında babacan ve şakacı biri olduğu konuşmadıkça anlaşılmazdı. ‘‘Anan gözel mi?‘’ diye başladımı yarenliğe karşısındakinin kaygıları hepten yok olurdu. Alevi, kürt seyar satıcıların uğrak yeri Yoğurtçu’nun dükkanı idi.
Raşo sırtında dengi, peşinde Naze. Yoğurtçu’nun dükkanında. Yoğrutçu asık suretiyle görmezden gelerek bir bakraçtan diğerine yoğurt aktarıyordu. Raşo, ürkek bir sesle:

-Emmi çarşafçı sefil Mehmet’i bilir misin?
Yoğurtçu başını kaldırmadan:
-Anan gözelm mi? Neççin, karnı ağırsacıyı! Birazdan zıkımlanmaya gelir.
Yanıt Raşoy’u rahatlatmıştı.
Sefil Mehmet, Raşo ile müsahip kardeşti. Toprağı onu da atmıştı el kapılarına. Karısı Peri, pamuk toplayarak, kendisi omuzda çarşaf satarak tutunmaya çalışıyordu.
Raşo, Yoğurtçu’nun söylediği çayları henüz yarımlamıştı ki, Sefil, sol omuzunda şapkasına kadar dizili çarşaflarla göründü. Raşo ve Naze huzurlandı. Sefil şaşırmıştı. Sarıldılar…
Raşo Sefil’in ekeliğnde çarşafçı… Naze Peri’nin yanında pamuk tarlasında… Köro, Raşo’nun dirliğinde orta mektepte…
Yoğurtçu her gün Kerbela Olayı’nı tefrika eden gazeteyi alır ve Köro’yu beklerdi. Köro’da adam sırasına konmanın gururuyla her okul çıkışı Yoğurtçu’ya gelir ve Kerbela tefrikasını ‘‘Kerbela’’ dramına uyan bir ses tonu ile başlardı okumaya. Zavallı Yoğurtçu, Yezidin Hz. Hüseyin’e salladığı okları sanki bağrında yermiş gibi kıvranarak başlardı salya sümük ağlamaya. Gözlerinde süzülen yaşlar burnun ucundan damla damla şalvarın peykinde gölleniyordu. Sonra Yoğurtçu, bir yanda boynunda eksik etmediği terli mendiliyle burnunu ve gözlerini silerken öbür yanda el altında Köro’nun eline sarı kuruşları bırakırdı. Köro, görevini yerine getirmenin başarasıyla:
-Amca gitmem gerekiyor, dersim var.
Yoğurtçu:
-Git, oğlum git çalış; biz bu Yezitlerle ancak okumakla başa çıkarız. Diyordu.

Köro yine alacağı övgü ve ödülün hevesiyle Yoğurtçu’ya gidiyordu. Dükkana her yaklaştığında Yoğurtçu’ya şartlanan gözleri birdenbire büyüdü, ansızın durdu. Saniyenin belki binde bir diliminde köyünü, orakçıları, kayaların gölgeliğini, bedenini saran korkuyu yeniden yaşadı ve irkildi. Sonra toparlandı, kendine geldi. Evet şimdi karşısındaki çoktan belleğinde silinen Gazok’tu.

Gazok Salman, sanki benden boşuna korkuyordun der gibi sevecen bir bakışla kendisine baktı ve avucunda tutuğu sarı parayı yere düşürmeden parmaklarıyla gel işareti yaparak yanına çağırdı. Yoğrutçu, Köro’nun korkulu halini sezdi; ‘‘korkma fukaradır zara vermez.’’ Dedi. Köro, tüm cesaretini toplayarak ‘‘korku dağına’’ yaklaştı. Gazok, Köro’nun avucuna yüz kuruşu bıraktı.
Gazok, hayırlık olarak yalnızca yol parası alırdı. Ceyhan Kızldere arası yüz kuruştu. Gazok o gece sokağa misafir olmuştu. Köro o gece yüz kuruşa aldığı sarı yapraklı defterine ödevini yapıyordu.

EN SON EKLENENLER