Ayşe Düzkan Sendika.org’daki hassasiyetler ve birlikte yaşamak… yazısında Türkiye’nin öznel durumunu ortaya koyuyor.
bugün “toplumun hassasiyetleri”, “dini hassasiyetler” denilince akan suların durduğu bir dönemden geçmemizin dinle, inançla değil siyasetle ilgili olduğunu görmek için ilim sahibi olmaya gerek yok
hatırlayanlar vardır, 2000’li yılların başında türkiye f-tipi cezaevlerine karşı yapılan açlık grevleri ve ölüm oruçları dalgasıyla sarsılıyordu. sadece cezaevlerinde değil, dışarıda da ölüm orucu yürüten tutsak yakınları ve insan hakları savunucuları vardı. bu mücadele son olarak behiç aşçı ve sevgi saymaz’ın orucu sırasında, adalet bakanlığı’nın, “üç kapı üç kilit” sözü vermesiyle son buldu.
o dönem, ölüm orucu yürütülen evlerde refakatçi olarak kalanlar ve bu evlere ziyarette bulunanlar olurdu. ziyaretçiler arasında bir mücadele yöntemi olarak ölüm orucuna karşı olanlar da vardı, hatta eylemcilere oruçtan vazgeçmelerini telkin edenler de bulunurdu. ama o insanlarla temas içinde olan kimse, onların önünde asla yemek yememiştir.
o kadar ileri gitmeye bile gerek yok, birçok defa, vejetaryenlerin yanında et yemekten kaçınanlar olduğuna şahit oldum, siz de olmuşsunuzdur. çünkü kendi tercihiyle bile olsa bir şeyden mahrum kalmış birinin imrenmesini gönül kaldırmaz.
ama hepsi bu kadar.
saygı değil dayatma
ramazan ayını geride bırakmak üzereyiz. bu ay, bu topraklarda tutulan birkaç oruçtan birinin ayı. kardeşlik içinde yaşayan bir toplum, bütün oruçlarda, oruç tutanların yiyip içilene imrenme ihtimalini göz önünde bulundurarak davranabilir. ama bunun kaynağı saygı değil, şefkat ve merhamettir. birileri bunu ve bundan fazlasını talep ediyorsa, bunun adı da saygı değil, dayatmadır ki sık sık da karşımıza çıkıyor.
kaldı ki, dini sebeplerle tutulan oruç, kolektif bir talebe dikkat çekmek için bedenini ve canını ortaya koymak anlamına gelen açlık grevlerinden ve ölüm oruçlarından farklı olarak, sevap kazanmak için tutuluyor. başka birinin sevap kazanma çabasına neden saygı duyulsun?
oruç mu iftar sofrası mı?
biliyorum, oruca nefis terbiyesi gibi onlarca farklı anlam yüklemek mümkün ve bunların çoğunu ben de makul buluyorum. ama yine toplumsal değil kişisel bir şeyden söz ediyoruz. öte yandan güncel oruç pratikleri, kamuoyuna, siyasal-toplumsal yakınlıkların vurgulandığı (emine erdoğan ve bülent ersoy’un paylaştığı sofrayı hatırlayacaksınız), oturanların önemli bir kısmının oruç tutmadığı gösterişli iftarlar şeklinde yansıyor. o sofralara oturmayanlar için dahi, yalan söylemek, küfür etmek, dedikodu vb. konulardaki kısıtlamalardan ziyade dünya nimetlerinden uzak durmak şeklinde yaşandığını söylemek haksızlık olmaz. bütün bunların saygı sebebi olması ancak toplumsal bir dayatma ile mümkün: “biz çoğunluğuz, bizden değilseniz bile bizim gibi yaşıyormuş gibi yapacaksınız.” oruç tutmadan oturulan iftar sofraları bunun en açık göstergesi. bunda saygı duyulacak bir şey görmek mümkün mü?
bugün “toplumun hassasiyetleri”, “dini hassasiyetler” denilince akan suların durduğu bir dönemden geçmemizin dinle, inançla değil siyasetle ilgili olduğunu görmek için ilim sahibi olmaya gerek yok. diyelim ki çoğunluğun oruç tuttuğu bir toplumda oruç tutmamak belki –bektaşi fıkralarında duyduğumuz- tatlı sitemlerin konusu olabilir ama “ben yemek yememeye –sevaba girmeye- karar vermişken sen de yemeyeceksin!” demek iktidar ve güçten başka neyle açıklanabilir? öyle olmasaydı, örneğin milyonlarca alevi oruç tutarken ve bütün oruç dönemi boyunca su içmezken açıkta su içmekten imtina edilmesi de gerekmez miydi?
o yüzden, biri toplumun dini hassasiyetlerinden falan söz ettiğinde, dinden değil siyasetten bahsettiğini açıkça görüyoruz.
on bir ayın sultanı derken?
ama iş burada kalmıyor.
sosyal medyanın en güzel yanlarından biri, hiç gitmediğimiz, görmediğimiz yerlerdeki gündelik hayata dair fikir edinmemize imkan vermesi. arap dünyasında, özellikle de filistin ve mısır’da, ramazan ayında çekilmiş fotoğraflarda dikkatimi sokakların, evlerin süslenmiş olması çekiyor. yoksullar yoksulu gazze’de bile renkli fenerler, neon ışıklarıyla yapılan süslemeler bu ayın bir bayram havasında yaşandığının göstergelerinden biri.
malum türkiyeli islamcılar bilmem kaç yıllık kemalist dikta altında geleneklerinden koparılmış olmaktan müşteki. ancak aslında islamcıdan çok osmanlıcı oldukları için, kendilerini hami atadıkları arap kültürlerinden öğrenme konusunda isteksizler. o yüzden, istanbul’un en “mütedeyyin” semtlerinde bile ramazan’da böyle bir neşe ve bayram havası görmüyoruz; varsa yoksa iftar programı ve market indirimi reklamı. belki, ramazan orucu itikadının parçası olsun olmasın, herkese bir bayram havası, bir merhamet ve sevgi iklimi yaşatsalar, açlıklarına karşı da merhamet ve şefkat görebilirler.
bu da işin bir başka yanı. ama tamamı değil.
abd’de yaşayan filistinli şair ve spoken word sanatçısı remi kanazi, ünlü şiiri coexistence’ı, “ı don’t want to coexist, ı want to exist as a human being and justice will take care of the rest” diye bitiriyor; “ben birlikte yaşamak istemiyorum, insan gibi yaşamak istiyorum, işin kalan kısmını adalet halledecektir.” [1]
konunun anahtarı bu bence. mesele birlikte yaşamak değil mesele insan gibi yaşamak! güçlü, kalabalık ve iktidarda olanın hayatını, hassasiyetlerini herkese dayattığı bir birlikte yaşam değil, her birimizin insan gibi yaşayacağı bir dünya. eğer senin hassasiyetlerin benim insan gibi yaşamama engelse, o hassasiyet değil iktidardır, dayatmadır. en başta erkekler olmak üzere hepimiz iktidarın bir alışkanlık yarattığını biliriz. adalet, o alışkanlıktan vazgeçmeni gerektirir. siyaset bunun peşinde olduğu zaman demokratik ve demokrasi için. yoksa şu çok açık; egemenin, güçlünün kibri ve ezilenin, baskı altında olanın, sömürülenin onuru, birlikte yaşayamaz, tabii ki.